İnsan kimdir? sorusuna pek çok cevaplar verilmiştir. İslam dininin insan kimdir? sorusuna verdiği cevap ise şöyledir: “İnsan diye; kendini bilen ve yüzünü Allah’a tutan kimseye denir.”
Şimdi gel de tabiattaki dört mevsimi hatırlayarak, ömrün dört mevsimi üzerinde bu meseleyi biraz konuşalım ve ‘insan kimdir, görevi nedir?’ sorusuna bu örnekler üzerinden bir bakalım:
Hemen şunu söyleyelim: İnsanın bedeni ve âlem baştanbaşa ilimler ve hikmetlerle doludur. İnsan, aklıyla, vicdanıyla neye baksa, ders alınacak bir şeyin bulunduğunu görür.
Tabiattan ve kendi hâlinden, ilim öğrenmeyen ve ibret almayan kimse, ne kendini ne de Rabbini tam olarak anlaya bilecektir.
Bakınca göz görmüyor, düşününce akıl ermiyorsa, ilim ve hikmet sahibi insanların konuşmalarını dinleyip yazdıklarını okuyarak anlamaya ve hikmetleri hayata kılavuz kılmaya çalışmalıdır.
Yüce Allah, kudretiyle dünyayı yarattı, sonra güneşi ve ayı dünyaya hizmet için yolladı. Böylece dünya üzerinde birçok nimet gibi, gün, ay ve yıl hesapları da ortaya çıktı.
Tabiat; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olmak üzere, bir yılda, dört mevsim üzere hareket eder; her mevsimde tabii hayat başka bir hâl alır.
İnsanın bunamadan yaşayabileceği ömür de seksen yıl civarındadır. Seksen yıllık insan ömrü aslında tabiatın bir yıllık ömrüne benzer. Şöyle ki:
Önce bahar mevsimi gelir: Bu mevsimde gece ve gündüz eşittir. Bahar aylarında tabiat güzelliklere bürünür, yeryüzü renk renk çiçeklerle dolup taşar, bitkiler boy atar, çiçek döker; her bitkinin tazeliği, güzelliği ve kuvveti ortaya çıkar.
Bahar mevsimini yaz ayları takip eder. Yazın günler uzun havalar sıcaktır. Ham olan her şey bu mevsimde olgunlaşıp yumuşar. Bitkilerde büyüme son haddini bulur. Yaz sonu geldiğinde her bitki yetişip olgunlaşmış, her nesne artıp bollaşmıştır.
Yazı mevsimini güz ayları takip eder: Sonbahar ayları hasat mevsimidir; bütün meyvelerin hamlığı gitmiş hepsi olgunlaşmıştır. Güz aylarında toprakta ekin olarak, ağaçlarda meyve olarak ne kadar nimet varsa, hepsi ortaya çıkar.
Güz mevsimini kış ayları izler: Kışın karanlık çoğalır, aydınlık azalır. Süslü, görkemli bağlar, bahçeler bozulur, artık pek çok nimet yok hükmündedir. Soğuk, uzun gecelerin gündüzlerinde de güneşin yüzü çoğunlukla kalın bulutlarla örtülüdür.
Şimdi tabii mevsimlerin bu hâllerinden bir sonuç çıkaralım:
Baharın çiçeğini, yazın yeşil yaprağını seven ve gölgeli dalların altından başını çıkarmayan adamın güz gelince eli dolu olur mu?
İnsanın seksen yıllık ömrü dört mevsime benzer. Ömrün ilk yirmi yılı baharın üç ayına denk gelir. Bu üç ayda bahar tabiatında ne olursa, insanın cisminde de benzer haller ortaya çıkar. Vücut, serpilip boylanır, kemikler ilik, et ve kasla dolar; yüze sevinç ve renk gelir, gözler ışıl ışıldır.
Yirmi yılık bahara benzeyen ömür geride kalır; ömrün yazına benzeyen ikinci yirmi yıla başlanır: Vücudun en dirayetli ve kuvvetli zamanı bu zamandır. İlmin, sanatın, tecrübenin neticeleri nimet olarak kişinin önüne gelir. Çalışıp kazanma artar. İnsanın içi dışı zenginleşir, yiyip içme, sevinç neşe, güç kuvvet arttıkça artar ve kırk yaş büyük bir durak olur.
Altmış yaşına kadar sürecek güz ömrü olan üçüncü yirmi yıla gelince işte güçte bir azalma başlar. Bedende ve zihinde yorgunluk halleri baş gösterir, fakat kişinin tecrübeyle dolmuş aklı olgun, düşüncesi sağlam, malı çoktur; bu kazanımlarıyla ticaretinde, ziraatında, siyasetinde başarılar elde etmeye devam eder. Ömrün bu mevsiminde kişi âdeta nimetlere batmış bir vaziyettedir.
Altmışlı yılları geçip seksenli yıllara doğru yol almaya başlayınca, hayat, yağı azalmış mum gibi titremeye başlar. Ömrün kışına girilmiştir. Kişinin saçı sakalı ağarır, dişleri dökülür; dizleri ağrır, gözlerinin feri kaçar; gamı çoğalır, neşesi azalır; dinlemesi artar konuşması azalır. Kış, her bir organda kendini gösterir. Beden ağacı artık yıkılmaya hazırdır ve bu durdurulamaz.
Bir yıllık tabii mevsimlere benzeyen insan ömrü, daha çocukluk yaşlarından başlayıp Allah’a kulluk üzere geçmemişse, insan, kendini ve Allah’ı bilememiş ve hayatının kıymetini anlayamamış sayılır. Eğitimleri ne olursa olsun, bu tür insanlar, dörtdörtlük cahil kimselerdir.
Önce herkese öğretilmeli ki, ömrün dört mevsimi, aslında tek bir mevsimdir; bu dört mevsimin gayesi, insan meyvesini cennete hazırlamaktır.
Çocuklarının egolarını beslemeyi babalık analık vazifesi sayanlar, gençliklerini yaşasınlar diyerek, onları ve kendi nefislerini elleriyle günahlara sevk edenler, tevhidî hayat edemediklerinden, evlatlarını ve nefislerini, Allah’ın rahmetinden mahrum kılıp aziz ömürlerini heder ettiklerinin bilincine varmalıdırlar.
Kimse kendini aldatmamalıdır: İlkbaharda tohum ekmeyen sonbaharda neyi hasat edecektir; nisanda mayısta çiçek açmayan dallardan nasıl meyve alınabilir ki?
İşte, tabiata bakıp ‘birlik yasasını (tevhidî hayat)’ sırrını anlamak, çocukluktan başlayarak, ömrün dört mevsiminde ahiret için hazırlanmak gerekir.
Seksen yıllık ömrün kişiyi cennete taşıyabilmesi için dört mevsimde kişinin kendini bilip Allah’a kulluk etmesi şarttır.
Çocukluktan itibaren, herkesin, Allah’ı, Onun yarattığı insanın kim olduğunu ve Allah’ın insana verdiği ömürle insandan ne yapmasını istediğini öğrenmesi gerekir ki, insanoğlu ömrün mevsimlerini boşa geçirmemiş ve değerli hayatını zayi etmemiş olsun.
Bu bilinci kişiye kazandırmak, ailelerin ve eğitim sisteminin, farz hükmündeki bir görevidir.
Şimdi gel de tabiattaki dört mevsimi hatırlayarak, ömrün dört mevsimi üzerinde bu meseleyi biraz konuşalım ve ‘insan kimdir, görevi nedir?’ sorusuna bu örnekler üzerinden bir bakalım:
Hemen şunu söyleyelim: İnsanın bedeni ve âlem baştanbaşa ilimler ve hikmetlerle doludur. İnsan, aklıyla, vicdanıyla neye baksa, ders alınacak bir şeyin bulunduğunu görür.
Tabiattan ve kendi hâlinden, ilim öğrenmeyen ve ibret almayan kimse, ne kendini ne de Rabbini tam olarak anlaya bilecektir.
Bakınca göz görmüyor, düşününce akıl ermiyorsa, ilim ve hikmet sahibi insanların konuşmalarını dinleyip yazdıklarını okuyarak anlamaya ve hikmetleri hayata kılavuz kılmaya çalışmalıdır.
Yüce Allah, kudretiyle dünyayı yarattı, sonra güneşi ve ayı dünyaya hizmet için yolladı. Böylece dünya üzerinde birçok nimet gibi, gün, ay ve yıl hesapları da ortaya çıktı.
Tabiat; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olmak üzere, bir yılda, dört mevsim üzere hareket eder; her mevsimde tabii hayat başka bir hâl alır.
İnsanın bunamadan yaşayabileceği ömür de seksen yıl civarındadır. Seksen yıllık insan ömrü aslında tabiatın bir yıllık ömrüne benzer. Şöyle ki:
Önce bahar mevsimi gelir: Bu mevsimde gece ve gündüz eşittir. Bahar aylarında tabiat güzelliklere bürünür, yeryüzü renk renk çiçeklerle dolup taşar, bitkiler boy atar, çiçek döker; her bitkinin tazeliği, güzelliği ve kuvveti ortaya çıkar.
Bahar mevsimini yaz ayları takip eder. Yazın günler uzun havalar sıcaktır. Ham olan her şey bu mevsimde olgunlaşıp yumuşar. Bitkilerde büyüme son haddini bulur. Yaz sonu geldiğinde her bitki yetişip olgunlaşmış, her nesne artıp bollaşmıştır.
Yazı mevsimini güz ayları takip eder: Sonbahar ayları hasat mevsimidir; bütün meyvelerin hamlığı gitmiş hepsi olgunlaşmıştır. Güz aylarında toprakta ekin olarak, ağaçlarda meyve olarak ne kadar nimet varsa, hepsi ortaya çıkar.
Güz mevsimini kış ayları izler: Kışın karanlık çoğalır, aydınlık azalır. Süslü, görkemli bağlar, bahçeler bozulur, artık pek çok nimet yok hükmündedir. Soğuk, uzun gecelerin gündüzlerinde de güneşin yüzü çoğunlukla kalın bulutlarla örtülüdür.
Şimdi tabii mevsimlerin bu hâllerinden bir sonuç çıkaralım:
Baharın çiçeğini, yazın yeşil yaprağını seven ve gölgeli dalların altından başını çıkarmayan adamın güz gelince eli dolu olur mu?
İnsanın seksen yıllık ömrü dört mevsime benzer. Ömrün ilk yirmi yılı baharın üç ayına denk gelir. Bu üç ayda bahar tabiatında ne olursa, insanın cisminde de benzer haller ortaya çıkar. Vücut, serpilip boylanır, kemikler ilik, et ve kasla dolar; yüze sevinç ve renk gelir, gözler ışıl ışıldır.
Yirmi yılık bahara benzeyen ömür geride kalır; ömrün yazına benzeyen ikinci yirmi yıla başlanır: Vücudun en dirayetli ve kuvvetli zamanı bu zamandır. İlmin, sanatın, tecrübenin neticeleri nimet olarak kişinin önüne gelir. Çalışıp kazanma artar. İnsanın içi dışı zenginleşir, yiyip içme, sevinç neşe, güç kuvvet arttıkça artar ve kırk yaş büyük bir durak olur.
Altmış yaşına kadar sürecek güz ömrü olan üçüncü yirmi yıla gelince işte güçte bir azalma başlar. Bedende ve zihinde yorgunluk halleri baş gösterir, fakat kişinin tecrübeyle dolmuş aklı olgun, düşüncesi sağlam, malı çoktur; bu kazanımlarıyla ticaretinde, ziraatında, siyasetinde başarılar elde etmeye devam eder. Ömrün bu mevsiminde kişi âdeta nimetlere batmış bir vaziyettedir.
Altmışlı yılları geçip seksenli yıllara doğru yol almaya başlayınca, hayat, yağı azalmış mum gibi titremeye başlar. Ömrün kışına girilmiştir. Kişinin saçı sakalı ağarır, dişleri dökülür; dizleri ağrır, gözlerinin feri kaçar; gamı çoğalır, neşesi azalır; dinlemesi artar konuşması azalır. Kış, her bir organda kendini gösterir. Beden ağacı artık yıkılmaya hazırdır ve bu durdurulamaz.
Bir yıllık tabii mevsimlere benzeyen insan ömrü, daha çocukluk yaşlarından başlayıp Allah’a kulluk üzere geçmemişse, insan, kendini ve Allah’ı bilememiş ve hayatının kıymetini anlayamamış sayılır. Eğitimleri ne olursa olsun, bu tür insanlar, dörtdörtlük cahil kimselerdir.
Önce herkese öğretilmeli ki, ömrün dört mevsimi, aslında tek bir mevsimdir; bu dört mevsimin gayesi, insan meyvesini cennete hazırlamaktır.
Çocuklarının egolarını beslemeyi babalık analık vazifesi sayanlar, gençliklerini yaşasınlar diyerek, onları ve kendi nefislerini elleriyle günahlara sevk edenler, tevhidî hayat edemediklerinden, evlatlarını ve nefislerini, Allah’ın rahmetinden mahrum kılıp aziz ömürlerini heder ettiklerinin bilincine varmalıdırlar.
Kimse kendini aldatmamalıdır: İlkbaharda tohum ekmeyen sonbaharda neyi hasat edecektir; nisanda mayısta çiçek açmayan dallardan nasıl meyve alınabilir ki?
İşte, tabiata bakıp ‘birlik yasasını (tevhidî hayat)’ sırrını anlamak, çocukluktan başlayarak, ömrün dört mevsiminde ahiret için hazırlanmak gerekir.
Seksen yıllık ömrün kişiyi cennete taşıyabilmesi için dört mevsimde kişinin kendini bilip Allah’a kulluk etmesi şarttır.
Çocukluktan itibaren, herkesin, Allah’ı, Onun yarattığı insanın kim olduğunu ve Allah’ın insana verdiği ömürle insandan ne yapmasını istediğini öğrenmesi gerekir ki, insanoğlu ömrün mevsimlerini boşa geçirmemiş ve değerli hayatını zayi etmemiş olsun.
Bu bilinci kişiye kazandırmak, ailelerin ve eğitim sisteminin, farz hükmündeki bir görevidir.