
Rivayet olunur ki:
“Kralın biri sarayında otururken pencereden sesler gelmiş:
-Güzel elmalarım vaaar!'
Kral aşağıya bakmış, yaşlı bir köylü meydanda at arabasında elma satıyor. Etrafını da müşteriler sarmış…
Kralınki de olsa can candır ve işte o can, elma çekmiş; hemen baş vezirini çağırmış:
-Al sana 5 altın, koş bana elma al.
Baş vezir, kıdemsiz vezirlerden birisini çağırmış:
-Al sana 4 altın, koş cihana hükmeden kralımıza elma al.
Vezir, şimdi ‘özel kalem’ denilen saray kâtiplerinden birisini çağırmış:
-Al sana 3 altın, koş haşmetli kralımıza elma al.
Saray kâtibi, muhafız alayının komutanını çağırmış:
-Al sana 2 altın, koş efendimiz kudretli kralımıza elma al.
Komutan da kapıda dikilen nöbetçiyi çağırmış:
-Al sana 1 altın, koş yüceler yücesi kralımıza elma al.
Nöbetçi çıkmış, elma satan yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş:
-Hey sen, ne bağırıyorsun? Ünvanlarını aklımda tutamadığım kralım rahatsız olmuş! Burası yol geçen hanı mı? Defol buradan, arabana da elmalarına da el koyuyorum!
…
Nöbetçi, muhafız komutanına bakmış ve düşünmüş ‘Ama ne iyi dalavere çevirdim !..’
-İşte, 1 altına bir araba elma.
Komutan saray kâtibine dönmüş ve aynısını düşünmüş:
-İşte, 2 altına bir çuval elma.
Saray kâtibi vezire dönmüş. İçinden ‘Ne muhteşemdim, aslında vezir olacak adamım!’ diye geçirirken:
-İşte, 3 altına bir torba elma.
demiş. Vezir de baş vezire dönmüş:
-İşte, 4 altına yarım torba elma.
Baş vezir kralın huzuruna çıkmış:
-İşte, 5 altına beş elma kralım. Aynen emrettiğiniz gibi…
Kral oturmuş, elmasından bir ısırık almış ve şöyle bir düşünmüş:
-Beş elma, beş altın… Bir elma, bir altın… Ve buna rağmen demin bizzat gözümle gördüm ki halk elmalara hücum ediyor… İşte şimdi de ne elma kalmış ne araba… Demek ki vatandaşın durumu bana anlatılandan bile çok daha iyi…
Ardından baş veziri tekrar çağırmış:
-Vergileri hemen üç katına çıkarın !..“
Bu anlatı, yönetim ve etik bağlamında ders verir gibidir ama esasen ticaret ve vicdan ya da düşünün daha nelerle-neler üzerine akıl-fikir verir bize…
Gerçeğe çok uygun; öyleyse kim bilir, hangi çağda ve hangi ülkede yaşanmıştır?
Kim bilir, daha hangi çağlarda ve hangi ülkelerde yaşanır?
‘Zamandan ve mekândan azade’ deniyor böyle şeylere. Şahane, çok etkileyici bir niteleme bu; ama anlatıdaki halkın durumunu -özellikle de finali- düşününce olay komediden uzaklaşıp acıklı bir hal alıyor, trajikleşiyor.
O boyut, pek de şahane değil !
***
Denir ki ‘Siyaset en çetin sanattır.
Öyle ki siyaset sözcüğü de bu zorluğu ifade edebilsin diye ‘seyis (at terbiyecisi)’ kelimesinden türetilmiştir.’
O derece yani !..
Ülkenin birinde, o dönemin cuntacı devlet başkanı hakkında sürekli fıkralar üreten bir mizah ustası varmış. Emir verilmiş, adamı yaka paça başkanın huzuruna getirmişler…
Başkan -arada kendisi de kahkahalarla gülerek- fıkraları bir bir anlatmış ve her fıkradan sonra sormuş:
-Bu fıkrayı sen mi uydurdun?
Adam da her seferinde cesaretle ‘Evet!’ demiş.
Öyle bir an olmuş ki halkı inim inim inleten cuntacı başkanın kalbi bu cesur mizahçının karşısında yumuşamış.
-Bak, sen de bu ülkenin evladısın, ben de… Sen de bu ülkeyi seviyorsun ben de… Baksana, ben bu ülkenin büyük, saygın ve güçlü bir ülke olmasını sağladım. Niye buna rağmen sen bana karşı tavır alıyorsun?
Adam kahkahalarla gülmüş:
-Buraya kadarki fıkralar benim uydurduklarımdı ama bu son anlattığınızı ben uydurmadım. Doğrusu bu benimkilerden çok daha komik!
İşte bu da ilk bakışta sadece mizah bağlamında ama esasen siyaset ve realite üzerine bir anlatıdır.
Keza bu da ilk anlatı gibi zamandan ve mekândan azadedir.
Kim bilir, hangi çağda ve hangi ülkede yaşanmıştır?
Ve kim bilir daha hangi çağlarda ve hangi ülkelerde böyle absürt şeyler yeniden, yeniden, yeniden yaşanır?..
***
Siyaset, ticaret, vicdan ve realite dörtlüsünün kendine özgü, benzersiz bir algoritması var. O algoritma; mecazın (eğretilemenin), teşbihin (benzetmenin) ve telmihin (hatırlatmanın) yardımıyla yukarıdaki gibi, bir gazete köşesine sığacak kadar özete indirgenebilir.
Bu da tabii bin bir anlatı varyasyonundan sadece biri olur.
Daha fazlası değil.
“Kralın biri sarayında otururken pencereden sesler gelmiş:
-Güzel elmalarım vaaar!'
Kral aşağıya bakmış, yaşlı bir köylü meydanda at arabasında elma satıyor. Etrafını da müşteriler sarmış…
Kralınki de olsa can candır ve işte o can, elma çekmiş; hemen baş vezirini çağırmış:
-Al sana 5 altın, koş bana elma al.
Baş vezir, kıdemsiz vezirlerden birisini çağırmış:
-Al sana 4 altın, koş cihana hükmeden kralımıza elma al.
Vezir, şimdi ‘özel kalem’ denilen saray kâtiplerinden birisini çağırmış:
-Al sana 3 altın, koş haşmetli kralımıza elma al.
Saray kâtibi, muhafız alayının komutanını çağırmış:
-Al sana 2 altın, koş efendimiz kudretli kralımıza elma al.
Komutan da kapıda dikilen nöbetçiyi çağırmış:
-Al sana 1 altın, koş yüceler yücesi kralımıza elma al.
Nöbetçi çıkmış, elma satan yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş:
-Hey sen, ne bağırıyorsun? Ünvanlarını aklımda tutamadığım kralım rahatsız olmuş! Burası yol geçen hanı mı? Defol buradan, arabana da elmalarına da el koyuyorum!
…
Nöbetçi, muhafız komutanına bakmış ve düşünmüş ‘Ama ne iyi dalavere çevirdim !..’
-İşte, 1 altına bir araba elma.
Komutan saray kâtibine dönmüş ve aynısını düşünmüş:
-İşte, 2 altına bir çuval elma.
Saray kâtibi vezire dönmüş. İçinden ‘Ne muhteşemdim, aslında vezir olacak adamım!’ diye geçirirken:
-İşte, 3 altına bir torba elma.
demiş. Vezir de baş vezire dönmüş:
-İşte, 4 altına yarım torba elma.
Baş vezir kralın huzuruna çıkmış:
-İşte, 5 altına beş elma kralım. Aynen emrettiğiniz gibi…
Kral oturmuş, elmasından bir ısırık almış ve şöyle bir düşünmüş:
-Beş elma, beş altın… Bir elma, bir altın… Ve buna rağmen demin bizzat gözümle gördüm ki halk elmalara hücum ediyor… İşte şimdi de ne elma kalmış ne araba… Demek ki vatandaşın durumu bana anlatılandan bile çok daha iyi…
Ardından baş veziri tekrar çağırmış:
-Vergileri hemen üç katına çıkarın !..“
Bu anlatı, yönetim ve etik bağlamında ders verir gibidir ama esasen ticaret ve vicdan ya da düşünün daha nelerle-neler üzerine akıl-fikir verir bize…
Gerçeğe çok uygun; öyleyse kim bilir, hangi çağda ve hangi ülkede yaşanmıştır?
Kim bilir, daha hangi çağlarda ve hangi ülkelerde yaşanır?
‘Zamandan ve mekândan azade’ deniyor böyle şeylere. Şahane, çok etkileyici bir niteleme bu; ama anlatıdaki halkın durumunu -özellikle de finali- düşününce olay komediden uzaklaşıp acıklı bir hal alıyor, trajikleşiyor.
O boyut, pek de şahane değil !
***
Denir ki ‘Siyaset en çetin sanattır.
Öyle ki siyaset sözcüğü de bu zorluğu ifade edebilsin diye ‘seyis (at terbiyecisi)’ kelimesinden türetilmiştir.’
O derece yani !..
Ülkenin birinde, o dönemin cuntacı devlet başkanı hakkında sürekli fıkralar üreten bir mizah ustası varmış. Emir verilmiş, adamı yaka paça başkanın huzuruna getirmişler…
Başkan -arada kendisi de kahkahalarla gülerek- fıkraları bir bir anlatmış ve her fıkradan sonra sormuş:
-Bu fıkrayı sen mi uydurdun?
Adam da her seferinde cesaretle ‘Evet!’ demiş.
Öyle bir an olmuş ki halkı inim inim inleten cuntacı başkanın kalbi bu cesur mizahçının karşısında yumuşamış.
-Bak, sen de bu ülkenin evladısın, ben de… Sen de bu ülkeyi seviyorsun ben de… Baksana, ben bu ülkenin büyük, saygın ve güçlü bir ülke olmasını sağladım. Niye buna rağmen sen bana karşı tavır alıyorsun?
Adam kahkahalarla gülmüş:
-Buraya kadarki fıkralar benim uydurduklarımdı ama bu son anlattığınızı ben uydurmadım. Doğrusu bu benimkilerden çok daha komik!
İşte bu da ilk bakışta sadece mizah bağlamında ama esasen siyaset ve realite üzerine bir anlatıdır.
Keza bu da ilk anlatı gibi zamandan ve mekândan azadedir.
Kim bilir, hangi çağda ve hangi ülkede yaşanmıştır?
Ve kim bilir daha hangi çağlarda ve hangi ülkelerde böyle absürt şeyler yeniden, yeniden, yeniden yaşanır?..
***
Siyaset, ticaret, vicdan ve realite dörtlüsünün kendine özgü, benzersiz bir algoritması var. O algoritma; mecazın (eğretilemenin), teşbihin (benzetmenin) ve telmihin (hatırlatmanın) yardımıyla yukarıdaki gibi, bir gazete köşesine sığacak kadar özete indirgenebilir.
Bu da tabii bin bir anlatı varyasyonundan sadece biri olur.
Daha fazlası değil.