
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız
avradımız,
yârimiz…
Nazım’ın bu destansı tasviriyle harikulade bir Kurtuluş Savaşı tablosu içinde karşımıza çıkan kadınlar; anamız, kardeşimiz, sevgilimiz olan o kadınlar, elbette sadece bu savaş tablosuna mahpus değiller.
Onlar devinen, sürekli yeşeren, bereketli, cıvıl cıvıl ve rengarenk bir hayatın içindeler.
Bin yıldır, on binlerce yıldır ‘hayatın bir yarısı’ onlar…
★
Art zamanlara çok hızlı bir sıçrama yapalım:
Belki bu biraz da böbürlenmek gibi olacak ama tarihte hiçbir toplum, kadını Türkler kadar ‘saygın ve erkekle eşit’ saymamış ve ona Türklerin tanıdığı kadar haklar tanımamış.
Abarttığımı mı düşünüyorsunuz?
O halde buyrun, bakın yabancılar durumumuzu nasıl görüntülemiş:
10’uncu yüzyılın ünlü coğrafyacısı Ebu Zeyd El-Belhî (?-934) de Kitâb ül-Bad Va’l-Tarih adlı kitabında Türklerde 'kadının erkeğe eşit' olduğunu, toplumsal yaşamın her alanında 'varlığını sürdürdüğünü' ve beğendiği erkeğe 'evlenme teklif edecek kadar' özgür olduğunu yazar...
12’nci yüzyıl Endülüs tarihçilerinden İbni Cübeyr (1145-1217), Endülüs’ten Kutsal Topraklara adlı kitabında 'Türk ülkelerinde kadına gösterilen saygıyı başka hiçbir yerde görmediğini’ söyler...
Ünlü İtalyan gezgin Marco Polo (1254-1324), bir seyahatname klasiği olan İl Millione adlı yapıtında Türk kadınlarının 'ahlaki temizliğini' över ve onların ‘tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı’ kadınları olduğunu söyler...
Keza; 14’üncü yüzyılın ünlü Arap gezgini İbni Batuta (1304-1368), Seyahatname'sinde Orta Asya kadınından övgüyle söz ederken ‘onların peçe, çarşaf diye bir şey tanımadığını, erkeklerle birlikte dolaştıkların, gerektiğinde komutan olacak kadar iyi savaştıklarını’ söyler…
★
Bu dört kaynakta geçen bilgilerden kısa bir derleme yapalım:
“Eski Türk toplumunda her iki cinsin kendilerine ait, karşı cinsin ise yerine getirmek zorunda olmadığı bazı görev ve sorumlulukları vardı.
★
Her cins aynı eğitimden geçer; cinsler arasında ayrım, toplumun tüm kesimlerinde yadsınırdı...
★
Eski Türklerde, Kadının özgür ve cinsler arasındaki ayrımın az olması, Türk kadınlarının kendilerine özen göstermediği, süs ve güzelliklerine dikkat etmediği anlamına gelmezdi. Giysileri son derece renkli ve süslüydü, zarafete ve alımlılığa önem verirlerdi. Beğenilmeyi severler ve güzellikleriyle ilgili övgüleri, 'memnuniyetle kabul ederlerdi'…
★
Serbestçe kullandıkları özgürlüklere sahiptirler ama son derece iffetliydiler.
★
Tedirgin etme (taciz), kadına saldırganlık (tecavüz), evlilik dışı ilişki (zina) gibi cinsel suçlar eski Türk toplumunda yok denecek kadar azdı. Kadına saldırının Türk hukukundaki cezası kesin olarak ölümdü. Taciz, tecavüz, zina gibi suçları işleyen erkekler, Türk toplumunda ‘ölünceye dek dışlanmak’ gibi ağır bir cezaya çarptırılırlardı.
Öte yandan tecavüze uğrayan kadın toplumdan dışlanmaz, ona sahip çıkılırdı. Evlilik dışı çocuğu olursa kadın ulu bir kayın ağacıyla evlendirilirdi (kayınbaba, kaynana, sözcükleri buradan gelir) çocuk da bu yolla meşrulaştırılırdı. Eski Türklerde, tecavüze uğrayan kadına sahip çıkılırdı ama namusunu korumayan kadın asla hoş görülmezdi. Eski Türk inancına göre, Doğum Tanrısı Ayzıt, ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar, namusunu korumamış kadınların yardımına gelmez ve onları acıyla baş başa bırakırdı...”
★
Günümüzde töre cinayeti olarak adlandırılan bütün o trajik olayların gerçek Türk töresiyle hiçbir ilgisinin olmadığı kesin !
Gerçek İslam’ın da böyle şeyleri -namus kisvesi altında insan canına kıymayı- önerdiğini veya onayladığını düşünemeyiz.
Bu, benim anlayışım, algılayışım tabii.
O halde birinin ‘Öyle emredildi’ deyip işlediği cinayet, köklü törelerden değil çoğunlukla sapkınlıktan ve bazen de gerçek tarihi, inancımızın gerçek köklerini ve icaplarını bilmemekten kaynaklanıyor.
Pek tabii önce medyanın tercih ettiği sonra sosyoloji literatürüne de sızan bu nitelendirme (töre cinayeti ifadesi), ne yazık ki orijinal Türk geleneklerini yıpratmakta ve toplum belleğinde çok olumsuz, çok derin ve kalıcı izler bırakmakta.
Bu da elbette bir bilinçsizlik örneği…
Ama kimi kime şikâyet edeceğiz, değil mi?
Ondan işte, tam da Nazım’ın dediği gibi:
‘Kadınlar… Bizim kadınlarımız…’
★★
Ve eşikte bekleyen bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü……..…
Bir an ne diyeceğimi, cümleyi nasıl bitireceğimi bilemedim inanın!
‘Kutlu olsun’ diyelim…
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız
avradımız,
yârimiz…
Nazım’ın bu destansı tasviriyle harikulade bir Kurtuluş Savaşı tablosu içinde karşımıza çıkan kadınlar; anamız, kardeşimiz, sevgilimiz olan o kadınlar, elbette sadece bu savaş tablosuna mahpus değiller.
Onlar devinen, sürekli yeşeren, bereketli, cıvıl cıvıl ve rengarenk bir hayatın içindeler.
Bin yıldır, on binlerce yıldır ‘hayatın bir yarısı’ onlar…
★
Art zamanlara çok hızlı bir sıçrama yapalım:
Belki bu biraz da böbürlenmek gibi olacak ama tarihte hiçbir toplum, kadını Türkler kadar ‘saygın ve erkekle eşit’ saymamış ve ona Türklerin tanıdığı kadar haklar tanımamış.
Abarttığımı mı düşünüyorsunuz?
O halde buyrun, bakın yabancılar durumumuzu nasıl görüntülemiş:
10’uncu yüzyılın ünlü coğrafyacısı Ebu Zeyd El-Belhî (?-934) de Kitâb ül-Bad Va’l-Tarih adlı kitabında Türklerde 'kadının erkeğe eşit' olduğunu, toplumsal yaşamın her alanında 'varlığını sürdürdüğünü' ve beğendiği erkeğe 'evlenme teklif edecek kadar' özgür olduğunu yazar...
12’nci yüzyıl Endülüs tarihçilerinden İbni Cübeyr (1145-1217), Endülüs’ten Kutsal Topraklara adlı kitabında 'Türk ülkelerinde kadına gösterilen saygıyı başka hiçbir yerde görmediğini’ söyler...
Ünlü İtalyan gezgin Marco Polo (1254-1324), bir seyahatname klasiği olan İl Millione adlı yapıtında Türk kadınlarının 'ahlaki temizliğini' över ve onların ‘tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı’ kadınları olduğunu söyler...
Keza; 14’üncü yüzyılın ünlü Arap gezgini İbni Batuta (1304-1368), Seyahatname'sinde Orta Asya kadınından övgüyle söz ederken ‘onların peçe, çarşaf diye bir şey tanımadığını, erkeklerle birlikte dolaştıkların, gerektiğinde komutan olacak kadar iyi savaştıklarını’ söyler…
★
Bu dört kaynakta geçen bilgilerden kısa bir derleme yapalım:
“Eski Türk toplumunda her iki cinsin kendilerine ait, karşı cinsin ise yerine getirmek zorunda olmadığı bazı görev ve sorumlulukları vardı.
★
Her cins aynı eğitimden geçer; cinsler arasında ayrım, toplumun tüm kesimlerinde yadsınırdı...
★
Eski Türklerde, Kadının özgür ve cinsler arasındaki ayrımın az olması, Türk kadınlarının kendilerine özen göstermediği, süs ve güzelliklerine dikkat etmediği anlamına gelmezdi. Giysileri son derece renkli ve süslüydü, zarafete ve alımlılığa önem verirlerdi. Beğenilmeyi severler ve güzellikleriyle ilgili övgüleri, 'memnuniyetle kabul ederlerdi'…
★
Serbestçe kullandıkları özgürlüklere sahiptirler ama son derece iffetliydiler.
★
Tedirgin etme (taciz), kadına saldırganlık (tecavüz), evlilik dışı ilişki (zina) gibi cinsel suçlar eski Türk toplumunda yok denecek kadar azdı. Kadına saldırının Türk hukukundaki cezası kesin olarak ölümdü. Taciz, tecavüz, zina gibi suçları işleyen erkekler, Türk toplumunda ‘ölünceye dek dışlanmak’ gibi ağır bir cezaya çarptırılırlardı.
Öte yandan tecavüze uğrayan kadın toplumdan dışlanmaz, ona sahip çıkılırdı. Evlilik dışı çocuğu olursa kadın ulu bir kayın ağacıyla evlendirilirdi (kayınbaba, kaynana, sözcükleri buradan gelir) çocuk da bu yolla meşrulaştırılırdı. Eski Türklerde, tecavüze uğrayan kadına sahip çıkılırdı ama namusunu korumayan kadın asla hoş görülmezdi. Eski Türk inancına göre, Doğum Tanrısı Ayzıt, ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar, namusunu korumamış kadınların yardımına gelmez ve onları acıyla baş başa bırakırdı...”
★
Günümüzde töre cinayeti olarak adlandırılan bütün o trajik olayların gerçek Türk töresiyle hiçbir ilgisinin olmadığı kesin !
Gerçek İslam’ın da böyle şeyleri -namus kisvesi altında insan canına kıymayı- önerdiğini veya onayladığını düşünemeyiz.
Bu, benim anlayışım, algılayışım tabii.
O halde birinin ‘Öyle emredildi’ deyip işlediği cinayet, köklü törelerden değil çoğunlukla sapkınlıktan ve bazen de gerçek tarihi, inancımızın gerçek köklerini ve icaplarını bilmemekten kaynaklanıyor.
Pek tabii önce medyanın tercih ettiği sonra sosyoloji literatürüne de sızan bu nitelendirme (töre cinayeti ifadesi), ne yazık ki orijinal Türk geleneklerini yıpratmakta ve toplum belleğinde çok olumsuz, çok derin ve kalıcı izler bırakmakta.
Bu da elbette bir bilinçsizlik örneği…
Ama kimi kime şikâyet edeceğiz, değil mi?
Ondan işte, tam da Nazım’ın dediği gibi:
‘Kadınlar… Bizim kadınlarımız…’
★★
Ve eşikte bekleyen bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü……..…
Bir an ne diyeceğimi, cümleyi nasıl bitireceğimi bilemedim inanın!
‘Kutlu olsun’ diyelim…