
Prof. Dr. Ömer ÖZYILMAZ
20 ve 22. Dönem Erzurum Milletvekili
Öğretim Üyesi
1950’ye kadar, TBMM başta olmak üzere, devletin her kuruluşunu, anti demokratik yöntemlerle elinde bulunduran CHP, o tarihten itibaren girdiği her seçimi kaybetmeye başladı. 10 yıllık Demokrat Parti İktidarına dayanamamış, kanlı bir ihtilalle sonuçlandırmıştı. Bu 10 yıllık uygulama, CHP’nin bundan sonra da, demokratik yollarla iktidara gelemeyeceğini, dolayısıyla seçimleri hep kaybedeceğini açıkça göstermişti. İşte bu 10 yıllık süre, CHP’nin seçimlerde hep kaybetmesine rağmen devletteki etkinliğini devam ettirebilmesi için kendince bazı tedbirler almasına yaradı. 1960 kanlı darbesiyle Ülke yönetime egemen olan CHP kontrolündeki ihtilalciler, o tarihten sonra seçimle iktidar olamasa dahi, CHP’nin devletteki iktidarını sürekli kılmak için, bugüne kadar devam eden ‘Vesayetçi Sistemi’ oluşturdular. Bu vesayetçi sisteme göre devlet şöyle yapılandırıldı:
Önce devlet, bazı kuruluşlardan oluşturuldu. Bunlara ‘anayasal kuruluşlar’ dendi. Bunlar, Cumhurbaşkanlığı, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi başkanlıkları, (değişik isimlerle ancak aynı işlevi gören) HSYK, YÖK TSK, Hükümet ve TBMM gibi kuruluşlardır. Bu kuruluşlar, yönetim bakımından ikiye ayrıldı. Bir kısmının başında Cumhurbaşkanı, diğerlerinin başında da Başbakan vardı. Cumhurbaşkanının başında olduğu ve atanmışlardan oluşan bölüm (Cumhurbaşkanlığı, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi başkanlıkları, HSYK, YÖK, TSK), hem devletin ana omurgasını oluşturdu, dolayısıyla ağırlık onlarda idi, hem de diğer bölümü (TBMM ve Hükümeti) denetleme ve kontrol etme yetkisini elinde bulunduruyordu. Bu dönemde, 1960’a kadar, ‘hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu yetkisini TBMM eliyle kullanır’, ilkesi değiştirildi. Onun yerine, ‘hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu yetkisini anayasal kuruluşlar eliyle kullanır’ anlayışına geçildi. Bu durumda söz konusu bu anayasal kuruluşlar, hem devletin en etkin ve güçlü kuruluşları oldular, hem de demokratik usullerle halkın vermediği yetkileri bir yolla ellerine almış bulundular.
Belirttiğimiz bu anayasal kuruluşlara, ne halkın seçtiği Parlamento, ne de O’nun içinden çıkmış olan hükümet asla karışamaz, müdahale edemez ve denetleyemezdi. Bu kuruluşların yöneticileri, her şeyden önce bu millete tepeden bakan, mütekebbir bir zihniyete sahip idiler. Tamamı atama yoluyla göreve gelir. Bunların atamalarını çok büyük ölçüde cumhurbaşkanları yapardı. Ayrıca birbirlerine yönetici üye alışverişinde de bulunurlardı. Tıpkı birbirinden kız alıp veren aileler gibiydiler. Cumhurbaşkanlığı makamı bunlar için bir güvence idi. Çok üst düzeyden maaş alırlar, lojmanları, servisleri, adlarına tahsis edilmiş makam arabaları ve sekretaryaları vardı. Ülkenin en gözde turistik mekânlarında bunlar için hazırlanmış, masrafları çok büyük ölçüde devlet tarafından karşılanan sözde ‘Eğitim ve Dinlenme Tesisleri’ vardı. Ülkenin en güçlü kuruluşları olarak Ülke yönetimine dair her türlü yetkiyi kullanırlar, ancak Ülkenin bugünü ve geleceği hakkında hiç bir sorumlulukları da yoktu. ŞU HUSUSA DİKKATİNİZİ ÇEKERİM: Bu kuruluşların yöneticilerinin tamamı CHP zihniyetine mensup insanlardı. Başkasının buralara girmesi çok nadir gelişmelerdendi. Ülkede gözettikleri tek şey de 1950 öncesinde CHP tarafından oluşturulan sisteme ne kadar uyuluyor, ya da hükümetler ondan ne kadar ayrıldılar, konusu idi. Sonradan bunlar, iş dünyasını (Tüsiad), işçi ve işveren sendikalarını, basını ve zaten hemfikir oldukları CHP’yi de yanlarına aldılar. Böylece kendi kafalarına göre bir müesses nizam oluşturdular ve aynı zamanda, halka ve hükümetlere karşı yani MİLLİ İRADE’ye karşı onu direttiler, hem de onu koruma görevini üstlendiler.
Ancak Milletten ve onun seçtikleri TBMM ve Hükümetlerden yana da çok rahatsızdılar. Zira onlara göre bu millet ‘hesso’ ve ‘memmo’ idi; cahildi, gericiydi, yobazdı, aslında onlara seçme ve seçilme hakkı verilmemeliydi. Ancak iç ve dış şartlar da bunu zorluyordu. Bu yüzden muzdariptiler. Faka ne ise ki, ellerinde kullanabilecekleri pek çok enstrümanları vardı. Böyle ‘yoldan çıkan’ hükümetler ya da meclis grupları olursa ki, en geç 10 yılda bir olurdu, o zaman basın harekete geçer, hemen onlara hücum ederek, bunların Atatürk düşmanı olduklarını ve şeriat getirmek istediklerini yazarlar. O arada bazı ‘stratejik kurumlar’ın başındaki yöneticiler ‘aba altından sopa göstermeye’ başlarlar. Eğer, ‘kendilerine gelmezlerse’, basın yayın kuruluşlarının o yayınları toparlanır ve parti ya da partiler hakkında kapatma davası açılır. Buna önce o anayasal kuruluşlar karar verirler, sonra da bir görevli bunu icra eder. TBM Meclisinin çoğunluğu, 1950 sistemine göre yoldan çıkmışsa o zaman ihtilal yaptırılır ve TBMM ve HÜKÜMET ilga edilir, tamamen kapatılırdı.
Yani birkaç memur, Ülkede oluşturdukları bir yapıyla bu Ülkeyi, bu Ülke yönetimini ve bu MİLLETİ baskı altına almışlardı. İstedikleri gibi at oynatırlardı.
BUNUN ADINA DA DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEM DEĞİL, VESAYETÇİ OLİGARŞİK SİSTEM DENİR.
İşte Türkiye, 1960’tan bu yana böyle bir yönetimle yönetildi. 10 yılda bir ihtilal yapan, partileri kapatan, siyasetçileri haksız yere hapse atan, işte bu vesayetçi sistemdi. Bu referandum bu yapıyı tamamen ortadan kaldırıyor ve bu kuruluşların tamamını Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi yoluyla MİLLİ İRADE’ye bağlıyor. Bundan sonra, siyasetçiler gibi, her düzeydeki bürokrat ta bir yolla millete ve Milli İradeye hesap verecek şekilde düzenleniyor. Böylece Millet, sadece siyasilerin değil, Ülkedeki bütün yöneticilerin patronu oluyor, gerçekten bu referandumla söz de, karar da artık Millet’in oluyor. İş tamamen CHP ve yandaşlarının elinden çıkıyor. Bütün yırtınma ve didinmelerin asıl sebebi işte budur.
20 ve 22. Dönem Erzurum Milletvekili
Öğretim Üyesi
1950’ye kadar, TBMM başta olmak üzere, devletin her kuruluşunu, anti demokratik yöntemlerle elinde bulunduran CHP, o tarihten itibaren girdiği her seçimi kaybetmeye başladı. 10 yıllık Demokrat Parti İktidarına dayanamamış, kanlı bir ihtilalle sonuçlandırmıştı. Bu 10 yıllık uygulama, CHP’nin bundan sonra da, demokratik yollarla iktidara gelemeyeceğini, dolayısıyla seçimleri hep kaybedeceğini açıkça göstermişti. İşte bu 10 yıllık süre, CHP’nin seçimlerde hep kaybetmesine rağmen devletteki etkinliğini devam ettirebilmesi için kendince bazı tedbirler almasına yaradı. 1960 kanlı darbesiyle Ülke yönetime egemen olan CHP kontrolündeki ihtilalciler, o tarihten sonra seçimle iktidar olamasa dahi, CHP’nin devletteki iktidarını sürekli kılmak için, bugüne kadar devam eden ‘Vesayetçi Sistemi’ oluşturdular. Bu vesayetçi sisteme göre devlet şöyle yapılandırıldı:
Önce devlet, bazı kuruluşlardan oluşturuldu. Bunlara ‘anayasal kuruluşlar’ dendi. Bunlar, Cumhurbaşkanlığı, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi başkanlıkları, (değişik isimlerle ancak aynı işlevi gören) HSYK, YÖK TSK, Hükümet ve TBMM gibi kuruluşlardır. Bu kuruluşlar, yönetim bakımından ikiye ayrıldı. Bir kısmının başında Cumhurbaşkanı, diğerlerinin başında da Başbakan vardı. Cumhurbaşkanının başında olduğu ve atanmışlardan oluşan bölüm (Cumhurbaşkanlığı, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi başkanlıkları, HSYK, YÖK, TSK), hem devletin ana omurgasını oluşturdu, dolayısıyla ağırlık onlarda idi, hem de diğer bölümü (TBMM ve Hükümeti) denetleme ve kontrol etme yetkisini elinde bulunduruyordu. Bu dönemde, 1960’a kadar, ‘hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu yetkisini TBMM eliyle kullanır’, ilkesi değiştirildi. Onun yerine, ‘hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu yetkisini anayasal kuruluşlar eliyle kullanır’ anlayışına geçildi. Bu durumda söz konusu bu anayasal kuruluşlar, hem devletin en etkin ve güçlü kuruluşları oldular, hem de demokratik usullerle halkın vermediği yetkileri bir yolla ellerine almış bulundular.
Belirttiğimiz bu anayasal kuruluşlara, ne halkın seçtiği Parlamento, ne de O’nun içinden çıkmış olan hükümet asla karışamaz, müdahale edemez ve denetleyemezdi. Bu kuruluşların yöneticileri, her şeyden önce bu millete tepeden bakan, mütekebbir bir zihniyete sahip idiler. Tamamı atama yoluyla göreve gelir. Bunların atamalarını çok büyük ölçüde cumhurbaşkanları yapardı. Ayrıca birbirlerine yönetici üye alışverişinde de bulunurlardı. Tıpkı birbirinden kız alıp veren aileler gibiydiler. Cumhurbaşkanlığı makamı bunlar için bir güvence idi. Çok üst düzeyden maaş alırlar, lojmanları, servisleri, adlarına tahsis edilmiş makam arabaları ve sekretaryaları vardı. Ülkenin en gözde turistik mekânlarında bunlar için hazırlanmış, masrafları çok büyük ölçüde devlet tarafından karşılanan sözde ‘Eğitim ve Dinlenme Tesisleri’ vardı. Ülkenin en güçlü kuruluşları olarak Ülke yönetimine dair her türlü yetkiyi kullanırlar, ancak Ülkenin bugünü ve geleceği hakkında hiç bir sorumlulukları da yoktu. ŞU HUSUSA DİKKATİNİZİ ÇEKERİM: Bu kuruluşların yöneticilerinin tamamı CHP zihniyetine mensup insanlardı. Başkasının buralara girmesi çok nadir gelişmelerdendi. Ülkede gözettikleri tek şey de 1950 öncesinde CHP tarafından oluşturulan sisteme ne kadar uyuluyor, ya da hükümetler ondan ne kadar ayrıldılar, konusu idi. Sonradan bunlar, iş dünyasını (Tüsiad), işçi ve işveren sendikalarını, basını ve zaten hemfikir oldukları CHP’yi de yanlarına aldılar. Böylece kendi kafalarına göre bir müesses nizam oluşturdular ve aynı zamanda, halka ve hükümetlere karşı yani MİLLİ İRADE’ye karşı onu direttiler, hem de onu koruma görevini üstlendiler.
Ancak Milletten ve onun seçtikleri TBMM ve Hükümetlerden yana da çok rahatsızdılar. Zira onlara göre bu millet ‘hesso’ ve ‘memmo’ idi; cahildi, gericiydi, yobazdı, aslında onlara seçme ve seçilme hakkı verilmemeliydi. Ancak iç ve dış şartlar da bunu zorluyordu. Bu yüzden muzdariptiler. Faka ne ise ki, ellerinde kullanabilecekleri pek çok enstrümanları vardı. Böyle ‘yoldan çıkan’ hükümetler ya da meclis grupları olursa ki, en geç 10 yılda bir olurdu, o zaman basın harekete geçer, hemen onlara hücum ederek, bunların Atatürk düşmanı olduklarını ve şeriat getirmek istediklerini yazarlar. O arada bazı ‘stratejik kurumlar’ın başındaki yöneticiler ‘aba altından sopa göstermeye’ başlarlar. Eğer, ‘kendilerine gelmezlerse’, basın yayın kuruluşlarının o yayınları toparlanır ve parti ya da partiler hakkında kapatma davası açılır. Buna önce o anayasal kuruluşlar karar verirler, sonra da bir görevli bunu icra eder. TBM Meclisinin çoğunluğu, 1950 sistemine göre yoldan çıkmışsa o zaman ihtilal yaptırılır ve TBMM ve HÜKÜMET ilga edilir, tamamen kapatılırdı.
Yani birkaç memur, Ülkede oluşturdukları bir yapıyla bu Ülkeyi, bu Ülke yönetimini ve bu MİLLETİ baskı altına almışlardı. İstedikleri gibi at oynatırlardı.
BUNUN ADINA DA DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEM DEĞİL, VESAYETÇİ OLİGARŞİK SİSTEM DENİR.
İşte Türkiye, 1960’tan bu yana böyle bir yönetimle yönetildi. 10 yılda bir ihtilal yapan, partileri kapatan, siyasetçileri haksız yere hapse atan, işte bu vesayetçi sistemdi. Bu referandum bu yapıyı tamamen ortadan kaldırıyor ve bu kuruluşların tamamını Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi yoluyla MİLLİ İRADE’ye bağlıyor. Bundan sonra, siyasetçiler gibi, her düzeydeki bürokrat ta bir yolla millete ve Milli İradeye hesap verecek şekilde düzenleniyor. Böylece Millet, sadece siyasilerin değil, Ülkedeki bütün yöneticilerin patronu oluyor, gerçekten bu referandumla söz de, karar da artık Millet’in oluyor. İş tamamen CHP ve yandaşlarının elinden çıkıyor. Bütün yırtınma ve didinmelerin asıl sebebi işte budur.