
Ailemizin yakışıklı ve yufka yürekli polisi sevgili Tamer Kara ağabeyim sağolsun; bir gece vakti, İzmir-Kordon’da nöbet arası dinlenirken bir güzel kıssa yazıp göndermişti ve Kafkasyalıların deyimiyle ‘hoşbaht’ etmişti beni:
“Veysel Karani'den bir nasihat istemişler. O da:
-Allah'ı bilir misiniz?
demiş.
-Evet!
diye uğuldamış cemaat...
Ve Karani öğüdünü vermiş:
-O zaman başkasını bilmeseniz de olur.
İkinci öğüdü vermesi için ısrar etmişler
-Peki Allah sizi bilir mi?
diye sormuş bu defa Veysel Karani.
-Bilir elbet!
demişler ve Veysel Karani noktayı koymuş:
-O zaman başkası sizi bilmese de olur...”
★★
Bir başka değerli bir büyüğüm yıllar ve yıllar önce, bir derin keder anında sırtımı sıvazlayıp sormuştu bana: ‘Söyle bakalım Savaş, kendini çok yalnız ve güçsüz hissettiğinde aklına ilk neyi getirirsin?’
Alanya’daydık. İki Erzurumlu, sahilde oturmuş çay içiyorduk. Soruyu düşünmüştüm. Sonra denizin üzerinde biriken fırtına bulutlarına bakıp ‘Yaratanımı’ diye yanıtlamıştım. O da ‘Öyleyse yaşadığın sürece hiçbir zaman yalnız ve güçsüz olmayacaksın. Öldükten sonra da…’ demişti.
Karani’nin insanlara verdiği öğüdü biliyormuş belli ki…
Çok sevgili Halûk Çelik hocam…
Nur içinde uyusun, mekânı cennet olsun…
★★
Yalnızlık hissi, hele de herkesin inemediği o en derin yere çökünce Koronavirüs’ten farksız etki yaratıyor. Hava soğuyunca, direncimiz düşünce sanki o çok daha sinsi biçimde sızacak içimize. Ardından eklem ağrısı başlayacak, sonra da nefes darlığı gibi ‘zavallılık’ düşüncesi kaplayacak herhalde içimizi.
Tıkayacak bizi…
Ama kendi derûnumdan yola çıkıp böyle genellediğime bakmayın, eminim ki siz bu tasvirdekinden daha güçlüsünüzdür. Ben, benim gibi direnci sıradan olanlardan söz ediyorum. Bizim gibiler, içine yalnızlık hissi düşüp kaslarına güçsüzlük intikal edince; aslında elbisemizin içinde kimin, nasıl bir şeyin var olduğunu anlarız:
Basit bir insan!
Evet, tenimizin altına gizlenen şey tam da o: Yalın, sınırlanmış veya kendi kendini sınırlaya meyilli, cılız, doğduğu andan itibaren ilmek ilmek kendi sonunu örgüleyen, bahtsız ve cennet sürgünü yaratık, insan…
Bu kötü bir şey mi peki?
Bence değil.
de…
Herkes özündeki yalınlığı ve muhtaçlığı keşfedince ancak basitlik işe yarar bir şeye dönüşüyor. Yere göğe sığmaz insanlar da kendilerinin aslında sadece birer insan olduklarını -ve mesela titan olmadıklarını- anladıkları zaman, diğer taraftaki ‘her koşulda mütevazı kalabilme yeteneği olanlar’, anlaşılmışlık hissini çok daha iyi yaşıyorlar ve ancak o zaman gerçekten huzur buluyorlar.
Ama bu ne kadar zor değil mi?
Ne kadar düşük bir olasılık…
★★
Biliyoruz ki insan aslında her zaman yalnızdır. İnsan, kendi yalnızlığını gömlek cebinde taşır. Kimlik kartı taşır gibi.
Ve bir gün o kartı, bir daha yerine koymamak üzere çıkarır…
Bir de şu var:
Yalnızlığın ‘en’ hali, kalabalığın ta kendisidir.
Yalnız insan kendi içinde dönüp duran bir kalabalığı ve kalabalıklar da yine kendi içlerinde bir yığın yalnızı gizler çünkü.
“Veysel Karani'den bir nasihat istemişler. O da:
-Allah'ı bilir misiniz?
demiş.
-Evet!
diye uğuldamış cemaat...
Ve Karani öğüdünü vermiş:
-O zaman başkasını bilmeseniz de olur.
İkinci öğüdü vermesi için ısrar etmişler
-Peki Allah sizi bilir mi?
diye sormuş bu defa Veysel Karani.
-Bilir elbet!
demişler ve Veysel Karani noktayı koymuş:
-O zaman başkası sizi bilmese de olur...”
★★
Bir başka değerli bir büyüğüm yıllar ve yıllar önce, bir derin keder anında sırtımı sıvazlayıp sormuştu bana: ‘Söyle bakalım Savaş, kendini çok yalnız ve güçsüz hissettiğinde aklına ilk neyi getirirsin?’
Alanya’daydık. İki Erzurumlu, sahilde oturmuş çay içiyorduk. Soruyu düşünmüştüm. Sonra denizin üzerinde biriken fırtına bulutlarına bakıp ‘Yaratanımı’ diye yanıtlamıştım. O da ‘Öyleyse yaşadığın sürece hiçbir zaman yalnız ve güçsüz olmayacaksın. Öldükten sonra da…’ demişti.
Karani’nin insanlara verdiği öğüdü biliyormuş belli ki…
Çok sevgili Halûk Çelik hocam…
Nur içinde uyusun, mekânı cennet olsun…
★★
Yalnızlık hissi, hele de herkesin inemediği o en derin yere çökünce Koronavirüs’ten farksız etki yaratıyor. Hava soğuyunca, direncimiz düşünce sanki o çok daha sinsi biçimde sızacak içimize. Ardından eklem ağrısı başlayacak, sonra da nefes darlığı gibi ‘zavallılık’ düşüncesi kaplayacak herhalde içimizi.
Tıkayacak bizi…
Ama kendi derûnumdan yola çıkıp böyle genellediğime bakmayın, eminim ki siz bu tasvirdekinden daha güçlüsünüzdür. Ben, benim gibi direnci sıradan olanlardan söz ediyorum. Bizim gibiler, içine yalnızlık hissi düşüp kaslarına güçsüzlük intikal edince; aslında elbisemizin içinde kimin, nasıl bir şeyin var olduğunu anlarız:
Basit bir insan!
Evet, tenimizin altına gizlenen şey tam da o: Yalın, sınırlanmış veya kendi kendini sınırlaya meyilli, cılız, doğduğu andan itibaren ilmek ilmek kendi sonunu örgüleyen, bahtsız ve cennet sürgünü yaratık, insan…
Bu kötü bir şey mi peki?
Bence değil.
de…
Herkes özündeki yalınlığı ve muhtaçlığı keşfedince ancak basitlik işe yarar bir şeye dönüşüyor. Yere göğe sığmaz insanlar da kendilerinin aslında sadece birer insan olduklarını -ve mesela titan olmadıklarını- anladıkları zaman, diğer taraftaki ‘her koşulda mütevazı kalabilme yeteneği olanlar’, anlaşılmışlık hissini çok daha iyi yaşıyorlar ve ancak o zaman gerçekten huzur buluyorlar.
Ama bu ne kadar zor değil mi?
Ne kadar düşük bir olasılık…
★★
Biliyoruz ki insan aslında her zaman yalnızdır. İnsan, kendi yalnızlığını gömlek cebinde taşır. Kimlik kartı taşır gibi.
Ve bir gün o kartı, bir daha yerine koymamak üzere çıkarır…
Bir de şu var:
Yalnızlığın ‘en’ hali, kalabalığın ta kendisidir.
Yalnız insan kendi içinde dönüp duran bir kalabalığı ve kalabalıklar da yine kendi içlerinde bir yığın yalnızı gizler çünkü.