
Hangi mısraı ezberlesem, hangi türküyü çığırsam hepsinde hüzün, hepsinde bir gözyaşı, ve hepsinde yaralı bir yüreğin iniltilerini duyarım… Nereye ayak bassam, nereye bir kazma vursam hep vatan uğruna kahpece öldürülmüş ecdadın kemikleriyle karşılaşır ve ardından yanık bir hikâye dinlerim. Tıpkı Yanıkdere de olduğu gibi…
Hava ısınmaya ve güneş varlığını hissettirmeye başlayınca dereden bir yanık kokusu yayılırdı tüm çevreye. İşte o an hüzün çöker yüreklere, başlar birer birer kara gün anıları dillerden hüzünlü bir şekilde dökülmeye; bu iç döküş bazen kuytu bir köşede, bazen kalabalık yalnızlıklarda olurdu. Bu anlatılanlar bir değil, bin de değil, hele de son değil, asla ilk de değil.
Hangi gündü bilmem ama bir ikindi vakti Yanıkdere de bulduk kendimizi. Aslında o gün 93 Harbi ve Nene Hatun’un verdiği istiklal mücadelesinin tanığı olan Aziziye ve Mecidiye Tabyalarına gitmeye karar vermiş ve o amaçla da yola çıkmıştık. O günlerde belediyenin gelenek haline getirdiği sünnet şöleni nedeniyle tabyalara halkın girişi serbest bırakılmış, ecdadımızın ruhunun bulunduğu bu aziz ve mukaddes mekân tam bir kutlu hava ile dolmuştu. O zaman belediyenin 4 numaralı sefer aracı bizi dağın eteğine kadar götürmüş, ondan sonra kalan yolu ise yürüyerek tamamlamak zorunda kalmıştık. Tepeye yürüyerek çıkarken nefes alıp vermede zorlanıyor, arada da molalar veriyorduk. Ya rabbim! Rus şehri işgale geldiğinde haberi alan o yetmişlik piri faniler bu tepeleri nasıl çıkmış, zalim Rus’u burada nasıl mağlup etmiş diye düşünüyor bir yandan da ayaklarımızın altında ki şehrin o muhteşem siluetini izliyorduk. İler karşımızda Tabyada ki çocukların neşesi ortamı bir panayır alanına çevirmişti. Bir süre orada durduktan sonra hızlı adımlarla tabyadan uzaklaşmaya başladık.
Dağın dik yamaçları bizi hızla aşağıya itiyor, ittikçe de Yanıkdere’ye yaklaşıyorduk. Uzakta bir cami dikkatimizi çekiyor; ama Yanıkdere’nin orada olacağını tahmin edemiyorduk. Yanıkdere’nin bize bu kadar yakın olduğunu ve şehrin yanı başında bu katliamın yaşandığını da bilmediğimizi anladığımızda, tarihimize ne kadar yabancı olduğumuzu acı bir şekilde idrak ediyorduk. Dağın alt başına inince kendimizi birden caminin yanında buluyor etrafa şaşkın şaşkın bakıyorduk. Tam karşımızda bir anıt, tepesinde ay yıldızlı şanlı bayrağımız dalgalanıyordu. Bu anıtta neyin nesiydi ve niye buraya konulmuştu anlayamıyorduk. Şaşkınlığımızı cami avlusunda bekleyen insanlardan öğreniriz diye düşündük ve onlara doğru yürümeye başladık. Avluya girince şadırvanda ki suyla abdest almış ezan vaktini bekleyen yaşları elli ve altmış arasında değişen çehreleri yorgun, kahir çektikleri her hallerinden belli, başı dik, yüreği vatan aşkıyla yanan Anadolu’nun has evlatlarıyla karşılaştık. Selamlaşmadan sonra nerede olduğumuzu sorduğumuzda aldığımız cevap karşısında şok oluyorduk. İnsan yani bizler yaşadığımız bu mukaddes beldeden haberdar olmadığımızı anlayarak…
-Oğul! Yanıkdere, Yanık yüreklerin beldesi Şehitler Mahallesindesin. Avluda bekleyen o koca yürekli insanlar sanki bizi bekliyormuşçasına anlatmaya başlıyordu, biz daha bir soru sormadan.
-Oğul, Ermeni yaktı, yıktı, o zaten bizi yıllardır perişan etti; ama ondan daha beteri Şehitlerin mezarında içki içiliyor, tuvaletlerin kanalizasyon suları karışıyor mezarlarımıza a oğul! Şehitlerimiz sahipsiz, Şehitlerimiz sahipsiz deyince hepsinin gözleri buğulanıyor, kelimeler boğazlarında düğümleniyordu. Caminin yanı başında ki anıt (Yanıkdere Anıtı) 1956 yılında 29. Tümen tarafından yaptırılmıştı. Yanıkdere Anıtı, Şehitler Mahallesinde yaşanan Ermeni vahşetinin canlı tanığı gibi dimdik ayakta duruyor ve ebediyetten de orada duracaktır. Bu durum vatan toprağında tüten son ocak sönene kadar hep böyle kalacaktır. Top dağından gelen derenin acı hikâyelerinden birini avluda oturan Necmettin Aydın amcamızın gözyaşları arasında anlatımıyla dinlerken bizlerde aynı hüznün içinde kalıyorduk.
Hava ısınmaya ve güneş varlığını hissettirmeye başlayınca dereden bir yanık kokusu yayılırdı tüm çevreye. İşte o an hüzün çöker yüreklere, başlar birer birer kara gün anıları dillerden hüzünlü bir şekilde dökülmeye; bu iç döküş bazen kuytu bir köşede, bazen kalabalık yalnızlıklarda olurdu. Bu anlatılanlar bir değil, bin de değil, hele de son değil, asla ilk de değil.
Hangi gündü bilmem ama bir ikindi vakti Yanıkdere de bulduk kendimizi. Aslında o gün 93 Harbi ve Nene Hatun’un verdiği istiklal mücadelesinin tanığı olan Aziziye ve Mecidiye Tabyalarına gitmeye karar vermiş ve o amaçla da yola çıkmıştık. O günlerde belediyenin gelenek haline getirdiği sünnet şöleni nedeniyle tabyalara halkın girişi serbest bırakılmış, ecdadımızın ruhunun bulunduğu bu aziz ve mukaddes mekân tam bir kutlu hava ile dolmuştu. O zaman belediyenin 4 numaralı sefer aracı bizi dağın eteğine kadar götürmüş, ondan sonra kalan yolu ise yürüyerek tamamlamak zorunda kalmıştık. Tepeye yürüyerek çıkarken nefes alıp vermede zorlanıyor, arada da molalar veriyorduk. Ya rabbim! Rus şehri işgale geldiğinde haberi alan o yetmişlik piri faniler bu tepeleri nasıl çıkmış, zalim Rus’u burada nasıl mağlup etmiş diye düşünüyor bir yandan da ayaklarımızın altında ki şehrin o muhteşem siluetini izliyorduk. İler karşımızda Tabyada ki çocukların neşesi ortamı bir panayır alanına çevirmişti. Bir süre orada durduktan sonra hızlı adımlarla tabyadan uzaklaşmaya başladık.
Dağın dik yamaçları bizi hızla aşağıya itiyor, ittikçe de Yanıkdere’ye yaklaşıyorduk. Uzakta bir cami dikkatimizi çekiyor; ama Yanıkdere’nin orada olacağını tahmin edemiyorduk. Yanıkdere’nin bize bu kadar yakın olduğunu ve şehrin yanı başında bu katliamın yaşandığını da bilmediğimizi anladığımızda, tarihimize ne kadar yabancı olduğumuzu acı bir şekilde idrak ediyorduk. Dağın alt başına inince kendimizi birden caminin yanında buluyor etrafa şaşkın şaşkın bakıyorduk. Tam karşımızda bir anıt, tepesinde ay yıldızlı şanlı bayrağımız dalgalanıyordu. Bu anıtta neyin nesiydi ve niye buraya konulmuştu anlayamıyorduk. Şaşkınlığımızı cami avlusunda bekleyen insanlardan öğreniriz diye düşündük ve onlara doğru yürümeye başladık. Avluya girince şadırvanda ki suyla abdest almış ezan vaktini bekleyen yaşları elli ve altmış arasında değişen çehreleri yorgun, kahir çektikleri her hallerinden belli, başı dik, yüreği vatan aşkıyla yanan Anadolu’nun has evlatlarıyla karşılaştık. Selamlaşmadan sonra nerede olduğumuzu sorduğumuzda aldığımız cevap karşısında şok oluyorduk. İnsan yani bizler yaşadığımız bu mukaddes beldeden haberdar olmadığımızı anlayarak…
-Oğul! Yanıkdere, Yanık yüreklerin beldesi Şehitler Mahallesindesin. Avluda bekleyen o koca yürekli insanlar sanki bizi bekliyormuşçasına anlatmaya başlıyordu, biz daha bir soru sormadan.
-Oğul, Ermeni yaktı, yıktı, o zaten bizi yıllardır perişan etti; ama ondan daha beteri Şehitlerin mezarında içki içiliyor, tuvaletlerin kanalizasyon suları karışıyor mezarlarımıza a oğul! Şehitlerimiz sahipsiz, Şehitlerimiz sahipsiz deyince hepsinin gözleri buğulanıyor, kelimeler boğazlarında düğümleniyordu. Caminin yanı başında ki anıt (Yanıkdere Anıtı) 1956 yılında 29. Tümen tarafından yaptırılmıştı. Yanıkdere Anıtı, Şehitler Mahallesinde yaşanan Ermeni vahşetinin canlı tanığı gibi dimdik ayakta duruyor ve ebediyetten de orada duracaktır. Bu durum vatan toprağında tüten son ocak sönene kadar hep böyle kalacaktır. Top dağından gelen derenin acı hikâyelerinden birini avluda oturan Necmettin Aydın amcamızın gözyaşları arasında anlatımıyla dinlerken bizlerde aynı hüznün içinde kalıyorduk.