
Benim ‘yaşayan kütüphanem’, sevgili ağabeyim Ayhan Anık sosyal medya sayfasında bu paylaşımı yaptığı gün ben Van’daydım.
Her zaman çok romantik bulduğum o şehirde, birbirinden ilginç hikâyeler içinden geçmiş duygu yüklü insanlar arasındaydım ve bu metnin satır üstü, satır arası, subliminal, ön plan-geri plan, bütün mesajlarını eksiksiz algılayacak bir ruh hali içerisindeydim:
Orada, o şehirde, o insanların içinde dingin, kendine kavuşmuş bir haldeydim kısaca.
Ve etrafımı hayranlıkla seyrediyordum. Etrafımda benim, bizim, alışık olmadığımız; bugünün insanının çok da kolay kavrayamayacağı mistik bir akıntı vardı sanki…
Sonra, gölün kıyısında bir duvar kalıntısının üzerine oturdum ve sevgili Ayhan ağabeyimin İngiltere’nin eski Başbakanı William Ewart Gladstone’dan (1809-1898) alıntıladığı bu paragrafı okudum:
“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir…
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur. İnsan kendine olan güveni kadar genç, Kuşkusu kadar yaşlı, Cesareti kadar genç, Korkuları kadar yaşlı, Umudu kadar genç, Bezginliği kadar yaşlıdır. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir. Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”
★★
Durdum. Dakikalarca bir ucu karanlığa dalan gölü seyrettim…
Solgun sokak lambası ışığında bu kısa metni bir daha okudum.
Ve bir daha…
Üçüncü ya da dördüncü okumamdan sonra kafamı kaldırıp gölün yarım ay altında siyah inci gibi parlayan tarafına baktım ve artık ezberlediğim metni cılız dalga sesleriyle karışacak biçimde karanlığa fısıldadım:
‘Yaşadıkça yaşlandığımızı sanıyoruz; halbuki yaşa(ya)madıklarımız yaşlandırıyor bizi…’
Sevdiğim insanları düşündüm orada.
Öyleler gerçekten…
Şimdi gençliklerini doyasıya (!?) yaşayan çocuklarımı, yeğenlerimi, öğrencilerimi düşündüm.
Onlar da öyle bir hayata sürükleniyorlar…
★★
Fakat…
‘Gerçek’, sahiden de öyle mi?
Bu, hakikaten karşı konulamaz bir akıntı mı?
Sanki bizi güzel şeyler yaşamaktan ve yaşarken istediklerimizi yapmaktan alıkoyan bir mekanizma var. Bir çeşit kontrol edilemez, dilediğinde kendi kafasına göre devreye giren bir el freni…
Sanki diyorum; çünkü bu konuda kuşkularım var.
Ben öyle olduğuna inanmıyorum; ama insanların ezici çoğunluğunun ‘öyleymiş gibi’ davrandığını gözlemliyorum. Tam bir trajedi…
Tuhaf, iyi anlaşılamayan, cesur, rind, küçük bir azınlık var sadece ve o azınlık, yaşamın kendi cevherini kullanarak ruhsal anlamda -hatta kısmen bedensel açıdan da- yaşlanmaya karşı koyabiliyor.
Onlar hep genç, hep enerjik…
Öyle dostlarım var. İyi ki var!
Yaşamadıkları şeylerin kendilerini yaşlandırmasına izin vermeyen, bunun için de yaşamak istediklerini yaşayan insanlar…
Doğru dürüst insanlardan bahsediyorum tabii, sınırsız özgürlük hissiyle sağı solu dağıtan, kırıp döken saygısızlardan değil.
Benim bahsettiğim insanlar geziyorlar mesela.
Motorsiklete biniyorlar.
Trenle seyahat etmekten de bir o kadar hoşlanıyorlar.
Paralarını kitaba, sinemaya harcıyorlar.
Bildiklerini zaten keşfetmişler; daha önceden görmedikleri yerleri görmek, hiç yemedikleri şeyleri tatmak için uzak yerlere gidiyorlar.
Aceleleri yok, durup yeni insanlar tanıyorlar, onları dinliyorlar.
Herkesin içten içe istediği ama zaman yaratmak için çaba göstermediği şeyler işte…
‘O kadar param olsa ben de…’ diye atılmayın hemen.
Zenginlikle falan ilgisi yok bunun. Sizin, bizim, başkalarının giyime kuşama, arsaya daireye ayırdığı bütçeyi onlar böyle şeylere ayırıyorlar.
İnsanlara ve hayvanlara karşılıksız iyilik yapıyorlar.
Dostlarıyla birlikte ıssız dağ doruklarına tırmanıyorlar, gidip bir yayla evinde haftalarca kendileriyle baş başa kalıyorlar.
Tatilse; üç beş gün senin de tatilin var! Günlük 20-30 liralık bütçe desen, o da çoğumuzda var…
Onlar, bizim tatilde kendimizi AVM’lere hapsettiğimiz, hamburger tıkındığımız zamanlarda yapıyorlar böyle şeyleri…
Ama sonuçta yapıyorlar, yapabiliyorlar işte!
★★
Onlarınki bir çeşit arınma, filtrelenme.
Gençliğin gerçek tanımıyla da yakından ilgili bir şey.
Onun içindir ki işte ömrü çöllerde ve Ortadoğu’nun İngilizlerce nasıl daha iyi sömürüleceğini düşünmekle geçmiş, muhtemelen de bu nedenle yaşamak istediği asıl konforlu hayatı hiçbir zaman yaşayamamış bir İngiliz politikacı, ömrünün sonunda rutubetli bir Londra evinde can çekişirken yüksek felsefe katına tırmanıyordu ve diyordu ki:
‘Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir’.
Ya da -bence, belki- türlü türlü nedenlerle aklı kullanamama hâli…
Her zaman çok romantik bulduğum o şehirde, birbirinden ilginç hikâyeler içinden geçmiş duygu yüklü insanlar arasındaydım ve bu metnin satır üstü, satır arası, subliminal, ön plan-geri plan, bütün mesajlarını eksiksiz algılayacak bir ruh hali içerisindeydim:
Orada, o şehirde, o insanların içinde dingin, kendine kavuşmuş bir haldeydim kısaca.
Ve etrafımı hayranlıkla seyrediyordum. Etrafımda benim, bizim, alışık olmadığımız; bugünün insanının çok da kolay kavrayamayacağı mistik bir akıntı vardı sanki…
Sonra, gölün kıyısında bir duvar kalıntısının üzerine oturdum ve sevgili Ayhan ağabeyimin İngiltere’nin eski Başbakanı William Ewart Gladstone’dan (1809-1898) alıntıladığı bu paragrafı okudum:
“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir…
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur. İnsan kendine olan güveni kadar genç, Kuşkusu kadar yaşlı, Cesareti kadar genç, Korkuları kadar yaşlı, Umudu kadar genç, Bezginliği kadar yaşlıdır. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir. Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”
★★
Durdum. Dakikalarca bir ucu karanlığa dalan gölü seyrettim…
Solgun sokak lambası ışığında bu kısa metni bir daha okudum.
Ve bir daha…
Üçüncü ya da dördüncü okumamdan sonra kafamı kaldırıp gölün yarım ay altında siyah inci gibi parlayan tarafına baktım ve artık ezberlediğim metni cılız dalga sesleriyle karışacak biçimde karanlığa fısıldadım:
‘Yaşadıkça yaşlandığımızı sanıyoruz; halbuki yaşa(ya)madıklarımız yaşlandırıyor bizi…’
Sevdiğim insanları düşündüm orada.
Öyleler gerçekten…
Şimdi gençliklerini doyasıya (!?) yaşayan çocuklarımı, yeğenlerimi, öğrencilerimi düşündüm.
Onlar da öyle bir hayata sürükleniyorlar…
★★
Fakat…
‘Gerçek’, sahiden de öyle mi?
Bu, hakikaten karşı konulamaz bir akıntı mı?
Sanki bizi güzel şeyler yaşamaktan ve yaşarken istediklerimizi yapmaktan alıkoyan bir mekanizma var. Bir çeşit kontrol edilemez, dilediğinde kendi kafasına göre devreye giren bir el freni…
Sanki diyorum; çünkü bu konuda kuşkularım var.
Ben öyle olduğuna inanmıyorum; ama insanların ezici çoğunluğunun ‘öyleymiş gibi’ davrandığını gözlemliyorum. Tam bir trajedi…
Tuhaf, iyi anlaşılamayan, cesur, rind, küçük bir azınlık var sadece ve o azınlık, yaşamın kendi cevherini kullanarak ruhsal anlamda -hatta kısmen bedensel açıdan da- yaşlanmaya karşı koyabiliyor.
Onlar hep genç, hep enerjik…
Öyle dostlarım var. İyi ki var!
Yaşamadıkları şeylerin kendilerini yaşlandırmasına izin vermeyen, bunun için de yaşamak istediklerini yaşayan insanlar…
Doğru dürüst insanlardan bahsediyorum tabii, sınırsız özgürlük hissiyle sağı solu dağıtan, kırıp döken saygısızlardan değil.
Benim bahsettiğim insanlar geziyorlar mesela.
Motorsiklete biniyorlar.
Trenle seyahat etmekten de bir o kadar hoşlanıyorlar.
Paralarını kitaba, sinemaya harcıyorlar.
Bildiklerini zaten keşfetmişler; daha önceden görmedikleri yerleri görmek, hiç yemedikleri şeyleri tatmak için uzak yerlere gidiyorlar.
Aceleleri yok, durup yeni insanlar tanıyorlar, onları dinliyorlar.
Herkesin içten içe istediği ama zaman yaratmak için çaba göstermediği şeyler işte…
‘O kadar param olsa ben de…’ diye atılmayın hemen.
Zenginlikle falan ilgisi yok bunun. Sizin, bizim, başkalarının giyime kuşama, arsaya daireye ayırdığı bütçeyi onlar böyle şeylere ayırıyorlar.
İnsanlara ve hayvanlara karşılıksız iyilik yapıyorlar.
Dostlarıyla birlikte ıssız dağ doruklarına tırmanıyorlar, gidip bir yayla evinde haftalarca kendileriyle baş başa kalıyorlar.
Tatilse; üç beş gün senin de tatilin var! Günlük 20-30 liralık bütçe desen, o da çoğumuzda var…
Onlar, bizim tatilde kendimizi AVM’lere hapsettiğimiz, hamburger tıkındığımız zamanlarda yapıyorlar böyle şeyleri…
Ama sonuçta yapıyorlar, yapabiliyorlar işte!
★★
Onlarınki bir çeşit arınma, filtrelenme.
Gençliğin gerçek tanımıyla da yakından ilgili bir şey.
Onun içindir ki işte ömrü çöllerde ve Ortadoğu’nun İngilizlerce nasıl daha iyi sömürüleceğini düşünmekle geçmiş, muhtemelen de bu nedenle yaşamak istediği asıl konforlu hayatı hiçbir zaman yaşayamamış bir İngiliz politikacı, ömrünün sonunda rutubetli bir Londra evinde can çekişirken yüksek felsefe katına tırmanıyordu ve diyordu ki:
‘Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir’.
Ya da -bence, belki- türlü türlü nedenlerle aklı kullanamama hâli…