Önce bir alıntı, bir tarih referansı:
“Dünya Kadınlar Günü'nün ortaya çıkışı hakkında üç ayrı görüş var:
Birinci görüşe göre 1857'de New Yorklu dokuma işçisi kadınlar, düşük ücretleri, 12 saatlik iş gününü ve artan iş yükünü protesto etmek için bir gösteri yürüyüşü yaptılar. Polis şiddet kullanarak yürüyüşü dağıttı…
İkinci görüş, Amerikalı kadınların 8 saatlik işgünü hafifletmek ve daha geniş siyasal haklar edinmek için mücadele ederken Şubat 1908'de Manhattanlı iplik işçisi kadınların bu eylemin bir parçası olarak grev yapması; polisin de grevdeki kadınlara acımasızca şiddet kullanmasıyla ilgili bir varsayıma dayanır…
Üçüncü görüş, 1909'da New Yorklu dokuma işçisi kadınların işten çıkarılmaları protesto etmek için bir fabrikayı işgal etmeleri, sonrasında çıkan yangında ise 129 kadının hayatını kaybetmesi ile ilgilidir…
Başlangıcı hangi olayla ilişkili olursa olsun 8 Mart, bu mücadelenin anısına, İkinci Enternasyonal’in 1910 Kongresi'nde Alman kadın hakları savunucusu Clara Zetkin'in önerisiyle ‘Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’ olarak ilan edildi. 1910 yılından başlayarak da tüm dünyada kadınlar için bilinçlenme ve hak arayışıyla ilgili çok özel bir anlam taşıdı. Kadınların başkaldırısını simgeledi, birlikte bir güç oluşturmanın, dayanışmanın anlamını bugünlere taşıdı. 1960'lı yıllara dek sosyalistlerin kutladığı bir gün olan 8 Mart, 1960'lı yıllarda yükselen feminizmin etkisiyle tüm kadınların, sadece emekçi olarak değil, hayatın tüm alanlarında yaşanan ortak ezilmişliğini ve mücadelesini simgeleyen bir gün olarak kutlanmakta.
Birleşmiş Milletler de 1975'te bu günü ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak ilan etti.”
(Kaynak: www.tarihtebugun.gen.tr)
***
Sonra bir başka alıntı, şiirle dile getirilen muhteşem bir tanı:
“(…) Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine
ve kadınlar
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız (…)”
(Şiir: Nazım Hikmet Ran)
Seksen yıl, yüz yıl, üç yüz yıl ve daha önce kadının sosyal yaşamda nasıl bir yer edindiğine ilişkin çok lirik, çok dramatik, fevkalade, harikulade güçlü bir saptama…
Elbette ki Nazım, bu şiirde kendi kadın algısını, kendi zihniyetini veya romantizmini değil, yaşadığı toplumda egemen olan kadın algısını ve kadının yerinin aslında neresi olduğunu ortaya koyuyor.
Bu efektlenmemiş bir fotoğraf…
Eğer kadınlarımıza bakışımızın bugün değişip değişmediğini net biçimde görmek istiyorsak belki biraz parlamentodaki kadın-erkek oranına, belki biraz töre cinayetlerine dair gerçek ve fakat manşetlere erişemeyen haberlere, yer-kültür-zaman istatistiklerine ve kesinlikle daha başka, daha acı şeylere, söz gelimi Nazlıcan’ların yürek yakan hikayelerine de bakmamız gerekecek.
Tabii politik metinler içindeki betimlemelere değil, gerçeğin fotoğrafı içerisindeki çıplak haber görüntüsüne ve yasal yetersizliklere, hukukun bu fotoğraf içinde eleştirilen yönlerine de cesaretle bakabilmek koşuluyla.
Mesela ‘neyin, neyi hafifletmeye yetebileceğini; ama neyin asla hafifletici olarak kamu vicdanında kabul görmediğini’ yeniden değerlendirerek…
Bu hem vicdani hem bilimsel bir zorunluluk.
***
Nihayet bir başka şiir alıntısı ve kadının ‘hiç büyümeyen bir çocuk’ olarak portresi:
(…) ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte
çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan
bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(soluğunun elma kokması bundandı belki)
bir elma kokusuna tutundum düşerken
sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
çocuksun sen, çocuğumsun…
(Şiir: Ahmet Telli)
***
Bu yazı…
Diyelim ki bir biçimde elinize geçti ve varsayalım ki zaman ayırıp okudunuz…
Neyi değiştirecek ki okuduklarınız?
Üç pâre alıntı ve üstüne eklediğim bir tutam lakırdı, kadınlarımıza yönelik davranışlarımızda radikal değişiklikler doğurmayacak; dışarıda her gün onlarcası yaşanan dramları, tacizleri, saldırıları, cinayetleri azaltmayacak; belki kadınlar gününe dair fikirlerimizi üç beş sözcük geliştirmeye bile yetmeyecek, bu âşikâr.
Hiçbir şeye yaramayacak, laff ü güzâf.
Öyleyse ne diyeyim?
Özür dilerim kızım…
Özür dilerim karıcığım…
Özür dilerim anneciğim ve kız kardeşlerim…
8 Mart’ta başka türlü şeyler yazmak ve mesela size umut verebilecek olumlu değişimlerden söz etmek isterdim.
Belki seneye…