
Ankara’dan Mersin’e eğer karayoluyla ve eğer Niğde otobanından değil de Aksaray üzerinden giderseniz yaklaşık 500 kilometre...
Bir yere çizikler atıp çetele falan tutmadım ama beş yılda bu yolu herhalde 30 kere kat etmişimdir. Ankara’dan Mersin’e ya da Mersin’den Ankara’ya...
2022 yılının temmuz ayı başlarında yaptığım yolculuğumda ilk kez bu güzergâha ilişkin notlar aldım. Yalnızdım. Otomobil kullanırken yazma imkânım yoktu; sonra yazıya geçirmek üzere sesli notlar kaydettim telefonuma.
Gördüğümü okudum yani:
I.
Hemen hemen her defasında yolculuğa başladığım yerde, Ankara’nın Beypazarı ilçesinde, tam da çıkışta koskocaman bir soda şişesi var. ‘Burası sodanın, maden suyunun memleketidir!’ diyor gelene geçene.
Altı bir şadırvan...
Garip gureba, tarla ırgatları, inşaat ameleleri, yol işçileri, Güneydoğudan kente göçmüş vatandaşlar ya da musluktan akan suyu beğenmeyen yerli ahali buradan şişelerle, bidonlarla, damacanalarla su alıyor.
Ama işin ilginç tarafı beş metre boyundaki o yeşil soda şişesini görünce şadırvanın musluklarından soda aktığını zannedip şişelerini dolduranlar da var.
Biri de benim arkadaşım...
Sahi, soda şişeleri neden genellikle yeşil olur? Bunun da bilimsel bir nedeni vardır değil mi?
II.
Ankara’nın hemen batısında, Ayaş Beli ve At Deresi civarında ufak köycükler var...
Birkaç cılız ağacın etrafında, cetvelle çizilmiş gibi arsacıklar üzerinde. Ufak koloniler bunlar ama yakınlarındaki gerçek köylerden farklılar. Önlerinde ufacık hobi bahçeleri. Yanlarına park edilmiş lüks otomobiller, cipler. Pahalı eşofmanlar giymiş, doğada acemi adımlarla yürüyen şehirliler. Delirmiş gibi sağa sola koşuşturan, özgürlüğü nihayet tatmış birkaç kaniş, husky, doberman...
Muhtemelen Ankara’nın en lüks evlerinde oturuyorlar bu insanlar; ama Başkent de olsa lüks semt de olsa şehir artık yetmiyor onlara. Yetmemiş yani besbelli. Orada, şehirde bir şey eksik çünkü. Buraya da zaten o eksiği gidermeye, başka bir şeyi bulmaya geliyorlar:
Doğayı...
Toprağı ve saf havayı...
Birkaç sap maydanozu, sırığa dolanan iki cılız domatesi, rüzgârı...
Ve camlardan değil de doğrudan doğruya bulutlardan üzerlerine dökülen gün ışığını...
Ve fakat zamanında köyden kaçan, şehirde zenginleştikçe daha büyük, sonra daha da büyük beton tapınaklar, gökdelenler inşa edenler yine bu insanlar değil miydi?
İnsan kendi eserinden, kendinden yani niye kaçar ki?
Var mı bundan büyük trajedi...
III.
Ankara, Ankara, güzel Ankara...
Bahçelievler, Dikmen, Keçiören, Ulus, Mamak, Kayaş, Yenimahalle... Nasıl yeşil, nasıl ağaçlarla bezeliydi eskiden. Ha, eskiden dediysem, ben Ankaralı değilim, çok eskisini zaten bilmem; ama şöyle otuz yıl evvel, doksanların başındaki daha mütevazı Ankara’dan bahsediyorum. Tanıştığım Ankara’nın ‘Merhaba ben Savaş’ diyerek gülümsediğim o müşfik yüzünden.
Sadece otuz yılda Ankara, Çayyolu 1, 2, 3, 4, 5’e ve sonraki bütün rasyonel ve irrasyonel sayılara dönüştü. Onun değişimini çıplak gözle izledim. İncek Ankara oldu, Ankara da İncek...
Bu belki iyi.
Bilmiyorum...
Ama daha çok beton, daha çok demir, çelik, cam...
Beni kucaklayan o şefkatli Ankara’yı düşünüyorum da...
Ağlayacağım...
IV.
Şereflikoçhisar’la Aksaray arasında terk edilmiş, virane olmuş birkaç benzinlik var. Yanlarında sadece iskeleti kalmış dinlenme tesisleri.
Zaman, ne acımasız!
Vaktiyle kimler durdu buralarda?
Göz alıcı Ford Taunuslarıyla hangi Almancılar, ufaktan köşeyi dönmüş zenginlerin altındaki hangi gıcır gıcır Şevroleler, bedbaht insanları gurbete taşıyan hangi 302 Mersedesler, kasetçaları hiç susmayan hangi Süperman Turbolar, davullu zurnalı hangi düğün alayları, tesisin en uzak köşesine park eden hangi cenaze konvoyları ve kim bilir daha hangi yolcular...
Onlar, o molalarda kim bilir neler konuştular ve nelerden yakındılar.
Hepsi bitti işte, hem de hepsi.
Sustular.
Şimdi daha kuzeyde yeni otoban açıldı. Bugün üzerinde yolculuk ettiğim yol da bu yolun üzerindeki tesisler de usul usul gözden düşecekler, eskiyecekler, viran olacaklar...
Hayatın sonu belli: Sükût. Mutlak sükût! Kim olursan ol, hangi yolu kat edersen et...
V.
Ve kargaşa...
Ve kalabalık...
Ve bunaltıcı sıcak, yoğun nem, rutubet, insanın kafatasını delen güneş. Yazın da kışın da...
Toroslarda Gülek boğazını geçer geçmez, Çukurova’ya ve Akdeniz’in koynuna kırk derecelik pike yaparken memleketin ahvali bu. Bana göre tabii. Sıcağı sevmeyen, denizden haz etmeyen, karlı doruklara aşık bir Erzurumlu için böyle.
Ama insanların yüzde doksanı aksini hissediyor olmalı.
Yoksa benim medarı maişetim için gittiğim yere bunca insan tatil için niye gitsin?
VI.
Ve hep en çok üzüldüğüm, kahrolduğum yer: Tarsus’tan biraz sonra...
Buralardaki, Doğu ve Güneydoğu’daki hemen bütün şehirde olduğu gibi Mersin’in girişinde de polis güvenlik noktası. Yolun daraldığı yer. Öyle can yakıcı ki...
Kendisi değil de ‘nedeni, gerekçesi’ can yakıcı.
Terör var ülkemde. Bu daralan yollar da bir durum ilanı. Yıllardır var terör. Bunlar da o yüzden, anlıyorum.
Anlıyorum da işte, içim sızlıyor.
Bakın Aksaray’daki viran dinlenme tesislerine. Kime kaldı?
Hiç kimseye!
E, öyleyse...
Demiştim ya sükût, mutlak sükût. Yolun sonu:
-Mersin’e hoş geldin oğlum Savaş.
-Hoş bulduk usta!
…
(Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Eylül-2022 sayısında yayımlanmış yazısından alıntıdır.)
Bir yere çizikler atıp çetele falan tutmadım ama beş yılda bu yolu herhalde 30 kere kat etmişimdir. Ankara’dan Mersin’e ya da Mersin’den Ankara’ya...
2022 yılının temmuz ayı başlarında yaptığım yolculuğumda ilk kez bu güzergâha ilişkin notlar aldım. Yalnızdım. Otomobil kullanırken yazma imkânım yoktu; sonra yazıya geçirmek üzere sesli notlar kaydettim telefonuma.
Gördüğümü okudum yani:
I.
Hemen hemen her defasında yolculuğa başladığım yerde, Ankara’nın Beypazarı ilçesinde, tam da çıkışta koskocaman bir soda şişesi var. ‘Burası sodanın, maden suyunun memleketidir!’ diyor gelene geçene.
Altı bir şadırvan...
Garip gureba, tarla ırgatları, inşaat ameleleri, yol işçileri, Güneydoğudan kente göçmüş vatandaşlar ya da musluktan akan suyu beğenmeyen yerli ahali buradan şişelerle, bidonlarla, damacanalarla su alıyor.
Ama işin ilginç tarafı beş metre boyundaki o yeşil soda şişesini görünce şadırvanın musluklarından soda aktığını zannedip şişelerini dolduranlar da var.
Biri de benim arkadaşım...
Sahi, soda şişeleri neden genellikle yeşil olur? Bunun da bilimsel bir nedeni vardır değil mi?
II.
Ankara’nın hemen batısında, Ayaş Beli ve At Deresi civarında ufak köycükler var...
Birkaç cılız ağacın etrafında, cetvelle çizilmiş gibi arsacıklar üzerinde. Ufak koloniler bunlar ama yakınlarındaki gerçek köylerden farklılar. Önlerinde ufacık hobi bahçeleri. Yanlarına park edilmiş lüks otomobiller, cipler. Pahalı eşofmanlar giymiş, doğada acemi adımlarla yürüyen şehirliler. Delirmiş gibi sağa sola koşuşturan, özgürlüğü nihayet tatmış birkaç kaniş, husky, doberman...
Muhtemelen Ankara’nın en lüks evlerinde oturuyorlar bu insanlar; ama Başkent de olsa lüks semt de olsa şehir artık yetmiyor onlara. Yetmemiş yani besbelli. Orada, şehirde bir şey eksik çünkü. Buraya da zaten o eksiği gidermeye, başka bir şeyi bulmaya geliyorlar:
Doğayı...
Toprağı ve saf havayı...
Birkaç sap maydanozu, sırığa dolanan iki cılız domatesi, rüzgârı...
Ve camlardan değil de doğrudan doğruya bulutlardan üzerlerine dökülen gün ışığını...
Ve fakat zamanında köyden kaçan, şehirde zenginleştikçe daha büyük, sonra daha da büyük beton tapınaklar, gökdelenler inşa edenler yine bu insanlar değil miydi?
İnsan kendi eserinden, kendinden yani niye kaçar ki?
Var mı bundan büyük trajedi...
III.
Ankara, Ankara, güzel Ankara...
Bahçelievler, Dikmen, Keçiören, Ulus, Mamak, Kayaş, Yenimahalle... Nasıl yeşil, nasıl ağaçlarla bezeliydi eskiden. Ha, eskiden dediysem, ben Ankaralı değilim, çok eskisini zaten bilmem; ama şöyle otuz yıl evvel, doksanların başındaki daha mütevazı Ankara’dan bahsediyorum. Tanıştığım Ankara’nın ‘Merhaba ben Savaş’ diyerek gülümsediğim o müşfik yüzünden.
Sadece otuz yılda Ankara, Çayyolu 1, 2, 3, 4, 5’e ve sonraki bütün rasyonel ve irrasyonel sayılara dönüştü. Onun değişimini çıplak gözle izledim. İncek Ankara oldu, Ankara da İncek...
Bu belki iyi.
Bilmiyorum...
Ama daha çok beton, daha çok demir, çelik, cam...
Beni kucaklayan o şefkatli Ankara’yı düşünüyorum da...
Ağlayacağım...
IV.
Şereflikoçhisar’la Aksaray arasında terk edilmiş, virane olmuş birkaç benzinlik var. Yanlarında sadece iskeleti kalmış dinlenme tesisleri.
Zaman, ne acımasız!
Vaktiyle kimler durdu buralarda?
Göz alıcı Ford Taunuslarıyla hangi Almancılar, ufaktan köşeyi dönmüş zenginlerin altındaki hangi gıcır gıcır Şevroleler, bedbaht insanları gurbete taşıyan hangi 302 Mersedesler, kasetçaları hiç susmayan hangi Süperman Turbolar, davullu zurnalı hangi düğün alayları, tesisin en uzak köşesine park eden hangi cenaze konvoyları ve kim bilir daha hangi yolcular...
Onlar, o molalarda kim bilir neler konuştular ve nelerden yakındılar.
Hepsi bitti işte, hem de hepsi.
Sustular.
Şimdi daha kuzeyde yeni otoban açıldı. Bugün üzerinde yolculuk ettiğim yol da bu yolun üzerindeki tesisler de usul usul gözden düşecekler, eskiyecekler, viran olacaklar...
Hayatın sonu belli: Sükût. Mutlak sükût! Kim olursan ol, hangi yolu kat edersen et...
V.
Ve kargaşa...
Ve kalabalık...
Ve bunaltıcı sıcak, yoğun nem, rutubet, insanın kafatasını delen güneş. Yazın da kışın da...
Toroslarda Gülek boğazını geçer geçmez, Çukurova’ya ve Akdeniz’in koynuna kırk derecelik pike yaparken memleketin ahvali bu. Bana göre tabii. Sıcağı sevmeyen, denizden haz etmeyen, karlı doruklara aşık bir Erzurumlu için böyle.
Ama insanların yüzde doksanı aksini hissediyor olmalı.
Yoksa benim medarı maişetim için gittiğim yere bunca insan tatil için niye gitsin?
VI.
Ve hep en çok üzüldüğüm, kahrolduğum yer: Tarsus’tan biraz sonra...
Buralardaki, Doğu ve Güneydoğu’daki hemen bütün şehirde olduğu gibi Mersin’in girişinde de polis güvenlik noktası. Yolun daraldığı yer. Öyle can yakıcı ki...
Kendisi değil de ‘nedeni, gerekçesi’ can yakıcı.
Terör var ülkemde. Bu daralan yollar da bir durum ilanı. Yıllardır var terör. Bunlar da o yüzden, anlıyorum.
Anlıyorum da işte, içim sızlıyor.
Bakın Aksaray’daki viran dinlenme tesislerine. Kime kaldı?
Hiç kimseye!
E, öyleyse...
Demiştim ya sükût, mutlak sükût. Yolun sonu:
-Mersin’e hoş geldin oğlum Savaş.
-Hoş bulduk usta!
…
(Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Eylül-2022 sayısında yayımlanmış yazısından alıntıdır.)