
(4 Temmuz-Salı günü yayımlanan yazının devamı…)
Eğer Suriyeli misafirlerimizin muratları burada kalmaksa, bizimle yaşamaksa…
Başka ülkelere giden mülteciler gibi Türkiye’deki Suriyeli mülteciler de yeni yurtları olarak gördükleri bu ülkenin resmi dilini, Türkçeyi öğrenecekler mi?
Bundan başka:
Eğitimsel talepleri ne?
Mesela değişik zamanlarda Yunanistan’dan veya Bulgaristan’dan ülkemize göç etmiş soydaşlarımız gibi bizim düzenimize uyum sağlamaya, gettolar kurmadan ve kendilerini şiddetin kol gezdiği varoşlara hapsetmeden kentlerimizin sosyokültürel kimliğini özümsemeye ne denli açıklar?
Kendi mafyalarını oluşturmadan ve yasaları öğrenip uygulayarak ekonomik yaşamlarını düzene sokabilecekler mi?
Bunların hepsi mümkün mü?
Bu sorulara verilecek yanıtlar, Türkiye’nin istikrarı açısından yüksek önem taşıyor; ama biz, ‘muhtemel’ bir araştırmanın ‘ihtimal’ şerhli sonuçlarından çok önce, Suriyelilerin şimdiki durumlarına ve sosyal reflekslerine göz atalım:
Sözcü’den Ali Ekber Ertürk’ün 15 Mayıs 2017 tarihli araştırmasına göre ‘2015 yılında sadece Gaziantep’te 1926 adli vakaya karışmış Suriyeli mülteciler. Bu vakaların 7’si adam öldürme, 238’i kasten yaralama, 14’ü çocuk istismarı ve cinsel saldırı… Kahramanmaraş’ta benzer nitelikte 985, Kilis’te 3400, adli vakaya karışmışlar…’
Bu apaçık bir suç patlamasını ifade ediyor; zira Anadolu Ajansı’nın bu dosyadan yaklaşık iki buçuk yıl önce, 19 Eylül 2014’te yayımladığı rapora göre o gün itibariyle Suriyelilerin zanlı veya mağdur eden sıfatıyla genel adli vaka rakamları içindeki oranı 10 binde 33 iken bu oran içinde bulunduğumuz yıl itibariyle bazı kentlerimizde % 30’lara kadar tırmanmış.
El-Cezire, 13 Ocak 2015 tarihli yayınında ‘Türkiye’deki Suriyelilerin suç dosyasını’ mercek altına alırken mültecilerin yaşadıkları olumsuz koşulların, onları suça iten temel sosyolojik etken olduğunu öne sürmüş.
Şimdi bu parametreler eşliğinde merak ettiğimiz husus şu:
İçlerinden bazıları tacizden tecavüze, hırsızlıktan gaspa, türlü suçlarla gündeme geldiklerinde öbür taraftaki çoğunluk mülteciler bu tablo karşısında ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar?
Üzülüyorlar mı?
‘Biz bu değiliz!’ deyip rahatsızlık duyuyorlar mı?
İçlerinde bu eğilimi yaygınlaşmadan bitirmeye gücü yetebilecek bir otorite, bir kanaat lideri ya da işletilmesi mümkün bir değerler sistemi, bir otokontrol mekanizması -korkunç hatırası hâlâ sımsıcak olan savaşın doğurduğu muazzam tahribata, yozlaşmaya rağmen hâlâ- var mı?
Dediğim gibi; dünya meseleleri ve günümüz doğu-batı ilişkileri hakkında mürekkep yalamış entelektüel bir Suriyeliyle tanıştığımda bütün bu soruları ona soracağım.
Ama devletin benim gibi bekleme lüksü yok.
Devlet, bu bilgilere vâkıf olarak yarına uyanmalı.
Yarını, o bilgiler ışığında biçimlendirmeli.
Siyasi görüşlerimizle ilgisi olmayan, son derece nesnel ve özü itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin büyüklüğüyle ilgili bir gereklilik durumudur bu…
Bununla birlikte, biz sıradan yurttaşlar, şuna inanalım:
Pozitif siyaset zekasıyla, insanî yaklaşımlarla, inanç birliğiyle, derin kültürel bağları öne çıkararak her sorun çözülür.
Değil mi ki insanlık, İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç enkazını on yılda kaldırmayı ve yerine büyük uygarlık ürünleri oturtmayı başarmış. Öyleyse Ortadoğu meselesi de Suriye meselesi de Türkiye’deki 3 buçuk milyonu aşkın Suriyeli mültecinin yarattığı sosyokültürel ve güvenliksel riskler ya da denge bozukluğu da elbette giderilir…
Ama bizim önce Suriyelilerin vizyonunu, gelecek algılarını, niyetlerini, olumlu katkı ve risk potansiyellerini doğru okumamız gerekiyor.
Neyle mi, nasıl mı?
Elbette bilimle, sosyometriyle ve çok güçlü istihbaratla.
Eğer Suriyeli misafirlerimizin muratları burada kalmaksa, bizimle yaşamaksa…
Başka ülkelere giden mülteciler gibi Türkiye’deki Suriyeli mülteciler de yeni yurtları olarak gördükleri bu ülkenin resmi dilini, Türkçeyi öğrenecekler mi?
Bundan başka:
Eğitimsel talepleri ne?
Mesela değişik zamanlarda Yunanistan’dan veya Bulgaristan’dan ülkemize göç etmiş soydaşlarımız gibi bizim düzenimize uyum sağlamaya, gettolar kurmadan ve kendilerini şiddetin kol gezdiği varoşlara hapsetmeden kentlerimizin sosyokültürel kimliğini özümsemeye ne denli açıklar?
Kendi mafyalarını oluşturmadan ve yasaları öğrenip uygulayarak ekonomik yaşamlarını düzene sokabilecekler mi?
Bunların hepsi mümkün mü?
Bu sorulara verilecek yanıtlar, Türkiye’nin istikrarı açısından yüksek önem taşıyor; ama biz, ‘muhtemel’ bir araştırmanın ‘ihtimal’ şerhli sonuçlarından çok önce, Suriyelilerin şimdiki durumlarına ve sosyal reflekslerine göz atalım:
Sözcü’den Ali Ekber Ertürk’ün 15 Mayıs 2017 tarihli araştırmasına göre ‘2015 yılında sadece Gaziantep’te 1926 adli vakaya karışmış Suriyeli mülteciler. Bu vakaların 7’si adam öldürme, 238’i kasten yaralama, 14’ü çocuk istismarı ve cinsel saldırı… Kahramanmaraş’ta benzer nitelikte 985, Kilis’te 3400, adli vakaya karışmışlar…’
Bu apaçık bir suç patlamasını ifade ediyor; zira Anadolu Ajansı’nın bu dosyadan yaklaşık iki buçuk yıl önce, 19 Eylül 2014’te yayımladığı rapora göre o gün itibariyle Suriyelilerin zanlı veya mağdur eden sıfatıyla genel adli vaka rakamları içindeki oranı 10 binde 33 iken bu oran içinde bulunduğumuz yıl itibariyle bazı kentlerimizde % 30’lara kadar tırmanmış.
El-Cezire, 13 Ocak 2015 tarihli yayınında ‘Türkiye’deki Suriyelilerin suç dosyasını’ mercek altına alırken mültecilerin yaşadıkları olumsuz koşulların, onları suça iten temel sosyolojik etken olduğunu öne sürmüş.
Şimdi bu parametreler eşliğinde merak ettiğimiz husus şu:
İçlerinden bazıları tacizden tecavüze, hırsızlıktan gaspa, türlü suçlarla gündeme geldiklerinde öbür taraftaki çoğunluk mülteciler bu tablo karşısında ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar?
Üzülüyorlar mı?
‘Biz bu değiliz!’ deyip rahatsızlık duyuyorlar mı?
İçlerinde bu eğilimi yaygınlaşmadan bitirmeye gücü yetebilecek bir otorite, bir kanaat lideri ya da işletilmesi mümkün bir değerler sistemi, bir otokontrol mekanizması -korkunç hatırası hâlâ sımsıcak olan savaşın doğurduğu muazzam tahribata, yozlaşmaya rağmen hâlâ- var mı?
Dediğim gibi; dünya meseleleri ve günümüz doğu-batı ilişkileri hakkında mürekkep yalamış entelektüel bir Suriyeliyle tanıştığımda bütün bu soruları ona soracağım.
Ama devletin benim gibi bekleme lüksü yok.
Devlet, bu bilgilere vâkıf olarak yarına uyanmalı.
Yarını, o bilgiler ışığında biçimlendirmeli.
Siyasi görüşlerimizle ilgisi olmayan, son derece nesnel ve özü itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin büyüklüğüyle ilgili bir gereklilik durumudur bu…
Bununla birlikte, biz sıradan yurttaşlar, şuna inanalım:
Pozitif siyaset zekasıyla, insanî yaklaşımlarla, inanç birliğiyle, derin kültürel bağları öne çıkararak her sorun çözülür.
Değil mi ki insanlık, İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç enkazını on yılda kaldırmayı ve yerine büyük uygarlık ürünleri oturtmayı başarmış. Öyleyse Ortadoğu meselesi de Suriye meselesi de Türkiye’deki 3 buçuk milyonu aşkın Suriyeli mültecinin yarattığı sosyokültürel ve güvenliksel riskler ya da denge bozukluğu da elbette giderilir…
Ama bizim önce Suriyelilerin vizyonunu, gelecek algılarını, niyetlerini, olumlu katkı ve risk potansiyellerini doğru okumamız gerekiyor.
Neyle mi, nasıl mı?
Elbette bilimle, sosyometriyle ve çok güçlü istihbaratla.