
Brexit’ten sonra…
Ve yani ‘Birleşik Krallık'ın 47 yıllık siyasal macerasını bitirerek 31 Aralık 2020 gecesi saat 23.00 itibariyle Avrupa Birliği ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu üyeliğinden çekilmesinin ardından’ diplomasi teması etrafında biçimlenen en popüler soru tartışmasız şu:
Avrupa Birliği, bundan sonra hangi yönde evrilir?
Mevzu çok derin, yanıtlar elbette türlü türlü. İyimseri, kötümseri, orta hallisi var ama biz, Avrupa Birliği’nin geleceğini bir yana bırakıp, kıtanın, kıtalıların ve kıta kültürünün geçmişten bugüne nasıl bir değişim geçirdiğine göz atalım:
Dr. Ali Erkan Balcı’nın 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda Avrupa’nın durumunu betimleyen bir makalesi var.
Makalenin odağındaki ilginç tarih araştırmasında Dr. Balcı, anasından şimdiki haliyle doğmuş gibi dünyaya medeniyet ve demokrasi nutku çeken Avrupa’nın geçmişte ne olduğunu ve sadece beş yüzyılda nasıl bir değişim yaşadığını irdeliyor.
Makalenin başlığı da içeriği kadar ilginç: Gelinler, Neden Elinde Buket Taşır?
Bu başlığın altında bakın nelere değiniyor Dr. Balcı:
“1500'lü yılların İngiltere’sindeyiz...
O çağda İngiltere’de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını mayıs ayında yapıyorlar, haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı; ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
***
Banyo denen şey, içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan ibaretti. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi işte buradan gelmektedir.
***
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
***
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
***
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. (…) Yemek pişirme işi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
***
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. (…) Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı. Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.
***
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu.”
Gerçekler bunlar.
Kim demiş tarih sıkıcıdır diye?
“Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. (…) Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü.
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü. 1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'daki bir konağa gönderilmişti.
***
İşte böyle!
Avrupa, nereden nereye?
Ama kendimizle ilgili durum da önemli tabii.
İyiden kötüye ya da kötüden iyiye; biz nereden nereye gelmişiz, buna herhalde Avrupa’ya baktığımızdan biraz daha dikkatli ve daha katı eleştiriyle bakmamız lazım.
Kendi iyiliğimiz için tabii…
Madalyonun o yüzünde bizim hayatımızı doğrudan şekillendiren ve başkalarının -özellikle de bizi önemseyen, samimiyetle iyiliğimizi isteyen dostlarımızın- bize bakınca gördüğü şey vardır çünkü.
Ve yani ‘Birleşik Krallık'ın 47 yıllık siyasal macerasını bitirerek 31 Aralık 2020 gecesi saat 23.00 itibariyle Avrupa Birliği ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu üyeliğinden çekilmesinin ardından’ diplomasi teması etrafında biçimlenen en popüler soru tartışmasız şu:
Avrupa Birliği, bundan sonra hangi yönde evrilir?
Mevzu çok derin, yanıtlar elbette türlü türlü. İyimseri, kötümseri, orta hallisi var ama biz, Avrupa Birliği’nin geleceğini bir yana bırakıp, kıtanın, kıtalıların ve kıta kültürünün geçmişten bugüne nasıl bir değişim geçirdiğine göz atalım:
Dr. Ali Erkan Balcı’nın 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda Avrupa’nın durumunu betimleyen bir makalesi var.
Makalenin odağındaki ilginç tarih araştırmasında Dr. Balcı, anasından şimdiki haliyle doğmuş gibi dünyaya medeniyet ve demokrasi nutku çeken Avrupa’nın geçmişte ne olduğunu ve sadece beş yüzyılda nasıl bir değişim yaşadığını irdeliyor.
Makalenin başlığı da içeriği kadar ilginç: Gelinler, Neden Elinde Buket Taşır?
Bu başlığın altında bakın nelere değiniyor Dr. Balcı:
“1500'lü yılların İngiltere’sindeyiz...
O çağda İngiltere’de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını mayıs ayında yapıyorlar, haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı; ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
***
Banyo denen şey, içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan ibaretti. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi işte buradan gelmektedir.
***
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
***
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
***
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. (…) Yemek pişirme işi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
***
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. (…) Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı. Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.
***
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu.”
Gerçekler bunlar.
Kim demiş tarih sıkıcıdır diye?
“Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. (…) Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü.
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü. 1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'daki bir konağa gönderilmişti.
- yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...”
***
İşte böyle!
Avrupa, nereden nereye?
Ama kendimizle ilgili durum da önemli tabii.
İyiden kötüye ya da kötüden iyiye; biz nereden nereye gelmişiz, buna herhalde Avrupa’ya baktığımızdan biraz daha dikkatli ve daha katı eleştiriyle bakmamız lazım.
Kendi iyiliğimiz için tabii…
Madalyonun o yüzünde bizim hayatımızı doğrudan şekillendiren ve başkalarının -özellikle de bizi önemseyen, samimiyetle iyiliğimizi isteyen dostlarımızın- bize bakınca gördüğü şey vardır çünkü.