
Bizim kuşağın yaşarken içinden geçtiği bütün yılların en tuhafı, en berbatı, en karanlığı, en sorunlarla dolusu; başta sağlık olmak üzere toplumsal, ekonomik ve eğitimsel alanların hepsinde, kaydedilmiş en derin sarsıntıların yaşandığı yıl…
Evet, tahmin ettiğiniz gibi, o yıl ‘2020’...
Tartışmasız!
Ama şunun altını tekrar çizelim: Bizim kuşağımız için, daha doğrusu 1950’lerden sonra doğmuş insanlar için bu böyle!
Hayatlarının orta yerinde bir dünya savaşı yaşamış insanlar için bugünkü koşullar ‘sonuçta maske-mesafe-hijyen ile, belki ondan biraz daha güçlü tecrit (izolasyon) ile’ aşılabilecek ‘Eh işte’ denesi bir durumdur. Evinde kendini diğer insanlardan yeterince izole edebilirsen büyük ihtimalle paçayı yırtarsın yani…
Halbuki 1943’ün dünyası öyle miydi?
İster Avrupa’nın ortasında yaşıyor olun, ister Güney Pasifik’te bir adada, o yılı kıyametin merkez üssünde yaşayan biriydiniz. Çünkü savaşın ve cinnetin ne gün, nereye kayacağı; kimlerin 24 saat içinde savaş kurbanına dönüşeceği belli değildi. 6 yıl boyunca çoğu sivil olmak üzere yılda ortalama 10 milyon insanın öldürüldüğü bir dünyada kim, nerede güvende sayılırdı ki?
Lafın kısası ‘bizim gördüğümüz en kötü yıl, tartışmasız 2020 olsa da tarihte bundan daha uğursuz, daha meymenetsiz, daha beter yıllar da yaşandı.
Ama benim niyetim, yaşanmışlar içerisindeki en kötü yılların hangileri olduğunu belirleyip bir ‘Best of Bad Years’ albümü oluşturmak değil.
2020’ye girerken bilmeden, istemeden, farkında olmadan vurguladığım bir şey: Bir tesadüf…
Kafamı şu anda kurcalayan şey işte o ve niyetim de onu sizinle paylaşmak:
2019’u bitirip 2020’ye -yaşayacaklarımızı bilmeden, safça- ‘Merhaba!’ dediğimiz o hafta, gazete köşelerinde yazarların çoğunlukla havai fişekler atılıp rengarenk konfetiler serptiği zaman, ben köşemde hüznün ve kederin bilinen en iyi sözcülerinden şair Cahit Zarifoğlu’na yer vermişim.
Hem de Zarifoğlu’nun dünyayla ilgili belki de en karamsar saptamalarını, vurduğunda insanın canını acıtacak bir kartopu gibi iyice sıkıştırarak dışa vurduğu bir şiirini ele almışım:
‘Bu dünya soğuk
Rüzgâr genelde ters yöne eser
Limon ağaçları kurur
Bahaneler hep hazır
Günler çabuk geçer
İçimiz hep bir hoşçakal ülkesi’…
…
Ve bu alıntı üzerine demişim ki:
“Zarifoğlu, Şiirler adıyla basılmış kitabının bir yerinde, aslında herkesin ahirvatanı sayabileceğimiz bir ülkeyi tarif etmiş:
Bu, ‘Hoşçakal ülkesi’…
Ama Zarifoğlu’nun yahut bizim olmak ve yerleşmek istediğimiz yer orası değil elbette! Her yeni yıl başlangıcında, herkes, kendi içinde var olan veya dışarıda olup da kendisini kuşatan o ‘Hoşçakal ülkesi’ ile vedalaşmak, ondan kaçmak ister.
Dilerim 2020, zaman nesnesi olmaktan çıkıp coğrafi bir nesneye dönüşmez ve koca bir yıl, biz içinden geçmekteyken kokuşmaz ve bir hoşçakal ülkesi gibi görünmez gözümüze!”
…
Ne tuhaf değil mi?
Tecritler, kısıtlamalar, karantinalar arasında koskoca bir hoşçakal ülkesine dönüşmüş bir dünyaya hapsolduk. Ne zaman o sevdiğimiz hayata dönebileceğimize dair bir fikrimiz yok!
Böyleyken bile yılın ilk haftasına iliştirdiğim notu size anımsatarak kendi kendimi referans göstermem pek tabii biraz, hatta fazlaca kendinibeğenmişlik gibi gözüküyor, haklısınız.
Ama durum bu işte, ne yapalım?
Türkçe dağarcığımıza armağan edilmiş yüz binlerce şiir içinden, üstelik de yılbaşı gibi benim her defasında -dışarıdan gelen tazyik nasıl olursa olsun- en iyimser metinlere odaklandığım bir zamanda ‘Bu dünya soğuk’ diyen, ‘Rüzgârın ters yöne eseceğini’ haber veren, ‘Limon ağaçlarının (bile) kuruyacağını’ belki içi yana yana bildiren ve ‘Bahaneler (nasılsa) hep hazır’ diye insanları, bütün bu maceranın ‘esas faili ve gafili’ ilan eden bu enteresan şiiri seçmiş olmama ne demeli?
Dünyanın 2020’de yaşadığı şeyler, yılbaşında öyle pek de öngörülebilecek şeyler değildi; öyleyse herhalde duruma ‘rastlantı’ deyip geçmem lazım.
Tam olarak öyle olmasa da…
Evet, tahmin ettiğiniz gibi, o yıl ‘2020’...
Tartışmasız!
Ama şunun altını tekrar çizelim: Bizim kuşağımız için, daha doğrusu 1950’lerden sonra doğmuş insanlar için bu böyle!
Hayatlarının orta yerinde bir dünya savaşı yaşamış insanlar için bugünkü koşullar ‘sonuçta maske-mesafe-hijyen ile, belki ondan biraz daha güçlü tecrit (izolasyon) ile’ aşılabilecek ‘Eh işte’ denesi bir durumdur. Evinde kendini diğer insanlardan yeterince izole edebilirsen büyük ihtimalle paçayı yırtarsın yani…
Halbuki 1943’ün dünyası öyle miydi?
İster Avrupa’nın ortasında yaşıyor olun, ister Güney Pasifik’te bir adada, o yılı kıyametin merkez üssünde yaşayan biriydiniz. Çünkü savaşın ve cinnetin ne gün, nereye kayacağı; kimlerin 24 saat içinde savaş kurbanına dönüşeceği belli değildi. 6 yıl boyunca çoğu sivil olmak üzere yılda ortalama 10 milyon insanın öldürüldüğü bir dünyada kim, nerede güvende sayılırdı ki?
Lafın kısası ‘bizim gördüğümüz en kötü yıl, tartışmasız 2020 olsa da tarihte bundan daha uğursuz, daha meymenetsiz, daha beter yıllar da yaşandı.
Ama benim niyetim, yaşanmışlar içerisindeki en kötü yılların hangileri olduğunu belirleyip bir ‘Best of Bad Years’ albümü oluşturmak değil.
2020’ye girerken bilmeden, istemeden, farkında olmadan vurguladığım bir şey: Bir tesadüf…
Kafamı şu anda kurcalayan şey işte o ve niyetim de onu sizinle paylaşmak:
2019’u bitirip 2020’ye -yaşayacaklarımızı bilmeden, safça- ‘Merhaba!’ dediğimiz o hafta, gazete köşelerinde yazarların çoğunlukla havai fişekler atılıp rengarenk konfetiler serptiği zaman, ben köşemde hüznün ve kederin bilinen en iyi sözcülerinden şair Cahit Zarifoğlu’na yer vermişim.
Hem de Zarifoğlu’nun dünyayla ilgili belki de en karamsar saptamalarını, vurduğunda insanın canını acıtacak bir kartopu gibi iyice sıkıştırarak dışa vurduğu bir şiirini ele almışım:
‘Bu dünya soğuk
Rüzgâr genelde ters yöne eser
Limon ağaçları kurur
Bahaneler hep hazır
Günler çabuk geçer
İçimiz hep bir hoşçakal ülkesi’…
…
Ve bu alıntı üzerine demişim ki:
“Zarifoğlu, Şiirler adıyla basılmış kitabının bir yerinde, aslında herkesin ahirvatanı sayabileceğimiz bir ülkeyi tarif etmiş:
Bu, ‘Hoşçakal ülkesi’…
Ama Zarifoğlu’nun yahut bizim olmak ve yerleşmek istediğimiz yer orası değil elbette! Her yeni yıl başlangıcında, herkes, kendi içinde var olan veya dışarıda olup da kendisini kuşatan o ‘Hoşçakal ülkesi’ ile vedalaşmak, ondan kaçmak ister.
Dilerim 2020, zaman nesnesi olmaktan çıkıp coğrafi bir nesneye dönüşmez ve koca bir yıl, biz içinden geçmekteyken kokuşmaz ve bir hoşçakal ülkesi gibi görünmez gözümüze!”
…
Ne tuhaf değil mi?
Tecritler, kısıtlamalar, karantinalar arasında koskoca bir hoşçakal ülkesine dönüşmüş bir dünyaya hapsolduk. Ne zaman o sevdiğimiz hayata dönebileceğimize dair bir fikrimiz yok!
Böyleyken bile yılın ilk haftasına iliştirdiğim notu size anımsatarak kendi kendimi referans göstermem pek tabii biraz, hatta fazlaca kendinibeğenmişlik gibi gözüküyor, haklısınız.
Ama durum bu işte, ne yapalım?
Türkçe dağarcığımıza armağan edilmiş yüz binlerce şiir içinden, üstelik de yılbaşı gibi benim her defasında -dışarıdan gelen tazyik nasıl olursa olsun- en iyimser metinlere odaklandığım bir zamanda ‘Bu dünya soğuk’ diyen, ‘Rüzgârın ters yöne eseceğini’ haber veren, ‘Limon ağaçlarının (bile) kuruyacağını’ belki içi yana yana bildiren ve ‘Bahaneler (nasılsa) hep hazır’ diye insanları, bütün bu maceranın ‘esas faili ve gafili’ ilan eden bu enteresan şiiri seçmiş olmama ne demeli?
Dünyanın 2020’de yaşadığı şeyler, yılbaşında öyle pek de öngörülebilecek şeyler değildi; öyleyse herhalde duruma ‘rastlantı’ deyip geçmem lazım.
Tam olarak öyle olmasa da…