
Sabahın ilk saatleri soğuk iliklerime işleyecek kadar hissettiriyordu. Hava tıpkı seyyah-ı alemin bahsettiği gibiydi. Elimde Tanpınar’ın Beş Şehri, Havuzbaşından Çifte Minareli Medreseye kadar olan Erzurum tarihini adım adım gezmeye başladım. Yaklaşık on beş dakikalık bir yolculuk, nefes kesen bir yokuşun ardından Osmanlının sembolik yapılarından biri olan işlemeleriyle insanı hayran bırakan İlhanlı hükümdarı Sultan Olcaytu döneminde Erzurum’da yaptırılan ve Anadolu’daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğü olan Yakutiye Medresesi’nin büyüleyici tarihi bana kucak açtı. Biraz daha ilerledim ve karşımda Mimar Sinan’ın planını çizdiği düşünülen Lalapaşa Cami’sini gördüm. Teker teker camiden çıkan bir topluluk sabahın dondurucu soğuğuna rağmen tatlı gülümsemeleriyle yollarına devam ediyordu. Bir bankta oturup öylece onları hayranlıkla izledikten sonra gözlerimi kapattım ve uzun uzun düşündüm. Bir kez daha anladım şehrimin büyüleyici güzelliğini. Kendimi çok fazla kaptırmış olmalıyım ki korna sesleriyle irkildim. Günün herkes için başladığı etrafı kaplayan seslerle artık aşikârdır. Güneş tatlı yüzüyle Erzurum’u yavaş yavaş ısıtıyor, insan sesleri şehrin her yerini şenlendiriyordu. Vakit epeyce ilerlemişti ve banktan kalktım, yoluma devam ettim. Öğlen vakti yaklaştıkça etraf iyice kalabalıklaşsa da ben tarihle baş başaydım ve yoluma devam ediyordum. Karşımda Erzurum Evleri’ni gördüm. Bu kadar küçük bir mahallede bu kadar çok, büyüleyici ve kalıcı yapının olması mahallenin doğrudan topluma açıldığının bir kanıtıydı. İçeri girdim ve daha ilk adımda gerçek Erzurum’u hissettim. Çıktığım o lüks apartman dairesinden Erzurum Evleri’ne girince topluma dâhil olduğumu anladım. Özlediğimiz o yer sofrasına oturdum dumanı üstünde ayran aşını içtim, bütün yediğim o lezzetli yemeklerden sonra şerbetten yeni çıkmış çıtır çıtır kadayıf dolmasını yedim. Elbette her köşesinde tarihin izi bulunan bir evde yemek yemenin hazzı bir başkaydı. Yemek yedikten sonra sedirde biraz oturdum. Aslında kaybetmeye yüz tutmuş değerlerimizin bizi birbirimize sımsıkı bağladığını her yeni şeyin bizleri birbirimizden uzaklaştırdığını anladım. Yer sofrasında yenilen yemekte sofraya sığmak için sıkı sıkıya oturmanın aslında o içtenliği samimiyeti artırdığını, yemekten sonra sedirde yapılan o tatlı sohbetin içtenliği ne de güzelmiş eskiden... Eski zamanlarda yaşamanın hazzını bir nebze olsun hissetmek bile içimin huzurla dolmasına yardımcı oldu. Tarihin izlerinden ayrılmak her ne kadar benim için zor olsa da büyük bir mutlulukla dışarı çıktım. Sanki Erzurum bir kitap Erzurum Evleri de onun özetiydi. Yediğim onca şeyin üstüne susamış olmalıyım ki ağzım kurumuştu. Ne şanslıyım ki Erzurum’dayım ve Erzurum’un bir su şehri olduğunu biliyorum. Yaklaşık dört yüz çeşme bulunduğundan susuz kalmak neredeyse imkânsız. Ulu Cami’nin hemen yanında bulunan çeşmeden suyumu yudumladıktan sonra tam yoluma devam edecektim ki çeşmenin hemen yanı başında Papuççuzade Hazretleri’nin türbesi dikkatimi çekti. O an aklıma hemen Papuççu ismini almasına sebep olan o kurbağa rivayeti düştü. Bir süre Papuççuzade’yi anımsadıktan sonra yoluma devam ettim ve Ulu Camii’ye girdim. Büyüleyici mimarilerden birisi ile daha karşı karşıya kaldım. Hem namaz vakitlerini hatırlatmak hem de gök kubbe ile bağlantıyı kopartmamak için düşünülmüş fil gözü, hem havadar olması için hem de toz ve nem oluşmasını engellemek için yapılmış üst örtü biçimi kırlangıç, sesin yankılanıp daha iyi duyulmasını sağlamak için yapılmış mukarnas detayı ve daha birçok özellik... Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve muazzam bir şekilde tasarlanmış bir yapıt görmenin sevinci ve aynı anda altı bin kişinin namaz kılabileceğini ve namazlardan sonra verilen vaazların kalabalık bir cemaatle olmasının vereceği huşu ve hazzı düşünerek camiden çıktım ve hemen yanında bulunan Anadolu’daki Çifte Minarelerin içerisinde iki katlı olma özelliğiyle en büyüğü olan, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaattin Keykubat’ın kızı için yaptırdığı söylenilen Çifte Minareli Medrese’ye gittim. Kendi içinde ayrı dünyalar taşıyan Çifte Minareli Medrese’yi gezmeye başladım. biraz ilerleyince sol kısmında çeşme benzeri bir yapının olduğunu, yapılan restorasyon çalışmalarıyla zamanla ortadan kalktığını anladım. Yapıda, istilalar sonucu tamamlanamamış gücün temsili olan çift başlı kartal, ejder başı ve Oğuz Kağan’dan bugüne devam eden milli şuur bilincimiz olan hayat ağacını gördüm. Medrese’nin içine girince bizlere saygıyı anımsatmak için yapılmış olan insan boyundan kısa kapılar, bölümleri ayırmak üzere düşünülmüş üzerinde farklı motifler bulunan kapılar ve eskiden astronomi çalışmaları yapılırken kullanılan Medrese’nin ortasında bulunun havuz detayının yerini dikilen çiçeklerin alması ve nice ince detaylar... İnsan bu kadar muazzam bir yapıdan etkilenmeden edemiyor.