
Yüce Allah, "Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık."(Tin,4) buyururken esasen insanın mükemmelliğine işaret ederek" sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik." (Tin,5) derken de olgunlaşmayı tercih etmeyen insanın kendi iradesiyle düştüğü durumu göstermiştir. Nitekim ayetin devamında inanıp faydalı eylemler sergileyenlere kesintisiz bir ödül verileceği de bildirilmiştir. (Tin-6) Allah (cc) insanın içine hem sakınma, hem de sapma eğilimini (takva ve fücur) ilham etmiş,(Şems,8) böylece onu hem iyiliğe, hem de kötülüğe meyletme kabiliyetine vurgu yapmıştır. Bu ayet Mevlânâ Hazretlerin ruh dünyasındaki karşılığı şu misaldir. Mûsâ da Firavun da senin içindedir. Bugün onlar senin içinde yaşıyorlar. (ruh-nefis) Senin varlığında gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar. Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir.
Hz. Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde de "Her doğan fıtrat üzerine doğar; sonra anası ile babası onu ya Yahudi ya Nasrani yahut Mecusi yaparlar.'' buyurarak (Buhari-Cenaiz,92) insanın yaratılıştan saf ve temiz bir fıtrata, ahlaka sahip olduğunu ifade ederken, onun doğuştan lanetli ve günahkar olduğu yönündeki inanışı da reddetmiştir.
Allahu Teâlâ, insana o kadar büyük önem vermiştir ki, bütün canlılar arasında kendine doğrudan muhatap kılmış bunun içindir ki; Allahu Teâlâ yarattığı bu muazzam eserine, biraz önce sayılan güzellikler ve üstün niteliklerle ilgili olarak şöyle bir soru yöneltmektedir: “Ey insan! İhsânı bol olan Rabbine karşı seni ne yanılttı? O Rab ki; seni yarattı, vücudunu ölçü ve ahenk içinde yapılandırdı. Organlarını dilediği bir kurguyla düzene koydu.” (İnfitâr,6-8) Bu müthiş hitapla insanı uyarmakta, onun tutum ve davranışlarını çok anlamlı ve her bir eyleminin kendi şerefine yakışır bir tutum içerinde olması konusunda özen göstermesini istemiştir.
Yaratılış özellikleri itibariyle mükemmel bir varlık olan insan, Şeyh Galib'in muhteşem dizelerinde ifade ettiği gibi, kâinattan süzülmüş bir özdür:
Hoşca bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
"Kendine olumlu bir gözle bak (kıymetini idrak et); zira sen âlemin özüsün; bu kâinatın göz bebeği olan insansın sen!"
Bu kâinat, mucizevi ayetlerle dolu. Âdeta sessiz bir Kur’an’dır kâinat. Kur’an-ı Kerîm ise sesli bir kâinattır. Kur’an’da kelâma bürünmüş, konuşan, öğüt veren bir kâinat görüyoruz. İnsan ise her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrakı, tecelli abidesi ve bedeniyle, ruhuyla, maddi ve manevi çehresiyle insan, ilahi sanatın benzersiz ve mükemmel oluşunu gösteren en büyük kanıttır. İlahi iradenin bir tecellisi olarak vücuda gelen insan, görünümüyle, yapısıyla bir mucize olmasına karşın, duygu ve istidatları bakımından birtakım zaaflarla yaratılmıştır.
Kur'an'da da insanın zaaflarına işaret eden tespitlere sık sık rastlanırken ancak Kur'an her defasında, bilinçli ve azimli bir yaklaşımla ahlaki zaafların yok edilebileceği mesajını da verir. Allah 'ın insan için belirlediği yasa açıktır. O da hürriyet ve mükellefiyet, yani özgürlük ve sorumluluktur. Özgürlük, sorumlu bir varlık olmanın temelini teşkil eder. Şöyle ki, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesi yanında, bunlardan birini tercih edebilme yeteneğinin insana verilmiş olması, onun, düşünce, inanç ve davranışlarını belirlemede baskı altında olmadığını gösterir.
Bu anlamda insanı değerli veya değersiz kılan şey, tercih ve davranışlarıdır. İslam'a göre insan, zenginlik, güzellik, soy sop gibi maddi ve geçici ölçülere göre değerlendirilmemelidir. "Nice kapılardan kovulmuş üstü başı perişan insan vardır ki, Allah'a yemin etse Allah onu yemininde haklı çıkarır. "(Müslim, Birr,138) diyen Sevgili Peygamberimiz, dünyalık ölçütlerle insanı değerlendirmenin yanıltıcı olabileceğine işaret ederek, insan bizatihi değerli bir varlık olduğuna vurgu yapmıştır.
İnsanın bu saygınlığı, yeryüzünde tek idareci ve egemen güç olarak yaratılmasının yanında, orada onurlu bir yaşam sürmesini sağlayacak tüm imkânlara sahip kılınmasıyla iyice pekiştirilmiştir. İnsan Allah katında o kadar değerlidir ki, göklerdeki ve yerdekiler, (Lokman,20) güneş ve ay, gece ile gündüz onun hizmetine sunulmuştur.(Nahl,12) Dolayısıyla insan gaye bir varlıktır. Diğer varlıklar insan için birer araçtırlar, onun hatırına var kılınmışlardır. Ancak insanın diğer canlılar arasında özel bir yere sahip olması, onlar üzerinde istediği gibi tahakküm kurabileceği anlamına gelmez. Allah katında kerim ve şerefli kılınan insanın, bu şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan tutum ve davranışlar sergilemesi yasaklanmıştır. İnsanın şeref ve onurunu düşürücü bütün eylem ve söylemlerden uzak durmak olgun bir kişilik göstergesidir. Bu kapsamda Hucurat süresi insan onurunu korumaya yönelik ciddi mesajlar içermektedir.
Efendimiz döneminde iki sahabe arasında yaşanmış bir olay bizlerin insan onuruna yakışmayan kırıcı tutum ve davranışlarımızı tamir etmede güzel bir örnek sunmaktadır. Bir defasında Ebu Zerr-i Gıfarî hazretleri, Bilal-i Habeşî hazretlerine: "Kara kadının oğlu!" diye hakaret etmişti. Bu söz peygamberimize ulaşınca, Ebu Zerr'i: "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki sen, içinde hala cahiliye ahlakı kalmış bir kişi imişsin!" diye azarladı. Ebu Zer (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: "Bilal yanağıma ayağıyla basmadıkça, başımı yerden kaldırmayacağım!" diyerek özür diledi. Hz. Bilal bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr'in ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kalmıştı. Saygın bir konumda bulunan ve yeryüzünün halifesi onuruna sahip olan insan saygıyı en üst düzeyde hak etmektedir.
FIKIH KÖŞEMİZ
Buluntu eşya (lukata) ile ilgili nasıl bir hukuki tutum içerisinde olmayız?
Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak caiz olmadığı gibi, kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de caiz değildir. Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir. Buluntu eşya konusunda takip edilecek yöntem şöyledir:
1-Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vacip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır.
2-Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiü’s-sanâi’, VIII, 327-328).
3- Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, V, 162;)
4-Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler veya ilgi güvenlik birimlerine teslim eder. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak, daha sonra sahibinin çıkması halinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, XI, 3).
Hz. Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde de "Her doğan fıtrat üzerine doğar; sonra anası ile babası onu ya Yahudi ya Nasrani yahut Mecusi yaparlar.'' buyurarak (Buhari-Cenaiz,92) insanın yaratılıştan saf ve temiz bir fıtrata, ahlaka sahip olduğunu ifade ederken, onun doğuştan lanetli ve günahkar olduğu yönündeki inanışı da reddetmiştir.
Allahu Teâlâ, insana o kadar büyük önem vermiştir ki, bütün canlılar arasında kendine doğrudan muhatap kılmış bunun içindir ki; Allahu Teâlâ yarattığı bu muazzam eserine, biraz önce sayılan güzellikler ve üstün niteliklerle ilgili olarak şöyle bir soru yöneltmektedir: “Ey insan! İhsânı bol olan Rabbine karşı seni ne yanılttı? O Rab ki; seni yarattı, vücudunu ölçü ve ahenk içinde yapılandırdı. Organlarını dilediği bir kurguyla düzene koydu.” (İnfitâr,6-8) Bu müthiş hitapla insanı uyarmakta, onun tutum ve davranışlarını çok anlamlı ve her bir eyleminin kendi şerefine yakışır bir tutum içerinde olması konusunda özen göstermesini istemiştir.
Yaratılış özellikleri itibariyle mükemmel bir varlık olan insan, Şeyh Galib'in muhteşem dizelerinde ifade ettiği gibi, kâinattan süzülmüş bir özdür:
Hoşca bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
"Kendine olumlu bir gözle bak (kıymetini idrak et); zira sen âlemin özüsün; bu kâinatın göz bebeği olan insansın sen!"
Bu kâinat, mucizevi ayetlerle dolu. Âdeta sessiz bir Kur’an’dır kâinat. Kur’an-ı Kerîm ise sesli bir kâinattır. Kur’an’da kelâma bürünmüş, konuşan, öğüt veren bir kâinat görüyoruz. İnsan ise her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrakı, tecelli abidesi ve bedeniyle, ruhuyla, maddi ve manevi çehresiyle insan, ilahi sanatın benzersiz ve mükemmel oluşunu gösteren en büyük kanıttır. İlahi iradenin bir tecellisi olarak vücuda gelen insan, görünümüyle, yapısıyla bir mucize olmasına karşın, duygu ve istidatları bakımından birtakım zaaflarla yaratılmıştır.
Kur'an'da da insanın zaaflarına işaret eden tespitlere sık sık rastlanırken ancak Kur'an her defasında, bilinçli ve azimli bir yaklaşımla ahlaki zaafların yok edilebileceği mesajını da verir. Allah 'ın insan için belirlediği yasa açıktır. O da hürriyet ve mükellefiyet, yani özgürlük ve sorumluluktur. Özgürlük, sorumlu bir varlık olmanın temelini teşkil eder. Şöyle ki, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesi yanında, bunlardan birini tercih edebilme yeteneğinin insana verilmiş olması, onun, düşünce, inanç ve davranışlarını belirlemede baskı altında olmadığını gösterir.
Bu anlamda insanı değerli veya değersiz kılan şey, tercih ve davranışlarıdır. İslam'a göre insan, zenginlik, güzellik, soy sop gibi maddi ve geçici ölçülere göre değerlendirilmemelidir. "Nice kapılardan kovulmuş üstü başı perişan insan vardır ki, Allah'a yemin etse Allah onu yemininde haklı çıkarır. "(Müslim, Birr,138) diyen Sevgili Peygamberimiz, dünyalık ölçütlerle insanı değerlendirmenin yanıltıcı olabileceğine işaret ederek, insan bizatihi değerli bir varlık olduğuna vurgu yapmıştır.
İnsanın bu saygınlığı, yeryüzünde tek idareci ve egemen güç olarak yaratılmasının yanında, orada onurlu bir yaşam sürmesini sağlayacak tüm imkânlara sahip kılınmasıyla iyice pekiştirilmiştir. İnsan Allah katında o kadar değerlidir ki, göklerdeki ve yerdekiler, (Lokman,20) güneş ve ay, gece ile gündüz onun hizmetine sunulmuştur.(Nahl,12) Dolayısıyla insan gaye bir varlıktır. Diğer varlıklar insan için birer araçtırlar, onun hatırına var kılınmışlardır. Ancak insanın diğer canlılar arasında özel bir yere sahip olması, onlar üzerinde istediği gibi tahakküm kurabileceği anlamına gelmez. Allah katında kerim ve şerefli kılınan insanın, bu şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan tutum ve davranışlar sergilemesi yasaklanmıştır. İnsanın şeref ve onurunu düşürücü bütün eylem ve söylemlerden uzak durmak olgun bir kişilik göstergesidir. Bu kapsamda Hucurat süresi insan onurunu korumaya yönelik ciddi mesajlar içermektedir.
Efendimiz döneminde iki sahabe arasında yaşanmış bir olay bizlerin insan onuruna yakışmayan kırıcı tutum ve davranışlarımızı tamir etmede güzel bir örnek sunmaktadır. Bir defasında Ebu Zerr-i Gıfarî hazretleri, Bilal-i Habeşî hazretlerine: "Kara kadının oğlu!" diye hakaret etmişti. Bu söz peygamberimize ulaşınca, Ebu Zerr'i: "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki sen, içinde hala cahiliye ahlakı kalmış bir kişi imişsin!" diye azarladı. Ebu Zer (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: "Bilal yanağıma ayağıyla basmadıkça, başımı yerden kaldırmayacağım!" diyerek özür diledi. Hz. Bilal bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr'in ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kalmıştı. Saygın bir konumda bulunan ve yeryüzünün halifesi onuruna sahip olan insan saygıyı en üst düzeyde hak etmektedir.
FIKIH KÖŞEMİZ
Buluntu eşya (lukata) ile ilgili nasıl bir hukuki tutum içerisinde olmayız?
Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak caiz olmadığı gibi, kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de caiz değildir. Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir. Buluntu eşya konusunda takip edilecek yöntem şöyledir:
1-Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vacip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır.
2-Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiü’s-sanâi’, VIII, 327-328).
3- Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, V, 162;)
4-Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler veya ilgi güvenlik birimlerine teslim eder. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak, daha sonra sahibinin çıkması halinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, XI, 3).