
Benim işim gücüm, hayatım, hayatımdaki en önemli servetim, ailem ve dostlarım dışındaki yegâne zenginliğim, ‘öğretmenliğim’...
Ve öğretmen olduğum için o ışıklı pencereden hayatıma girmiş, beni zenginleştirmiş dostlarımın ve öğrencilerimin en değerlilerinden biri Erdem Dağlar…
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin kolejinde (DAK) 90’lı yıllar biterken öğrencim olmuştu sevgili Erdem. Tanıştığımızda henüz bir lise öğrencisiydi. Karakter sahibi, karizmatik, sıradışı bir liseli. O muhteşem genç, DAK’ın efsane münazara takımının da bir dönem kaptanıydı…
Bana belki de bugüne dek en çok şey öğretmiş öğrencim odur.
Benim ona öğrettiklerimden kesinlikle çok daha fazlasını…
‘Nasıl bir beğeni bu, nasıl bir hayranlık?’ diyebilirsiniz.
Sebebi var elbette: O, sahip olduğu potansiyelle kariyerim boyunca bende en fazla umut doğurmuş öğrencilerimden biriydi ve benim ondan umduğum şey, parlak bir üniversiteye gitmekle ya da sonra başka diplomalar, belgeler almakla hiç ilgisi olmayan, bunun çok daha üzerinde vatansever ve insansever biri olmakla, dünyaya yeni değerler katmakla ilgili bir şeydi. Liderlikle ve dünyayı değiştirmekle ilgili bir şeydi bu…
Ve bu beklentim son dirhemine kadar gerçekleşti, biliyorum; çok mutlu ve müsterihim bu bakımdan…
Ama…
Erdem’in ‘elime çok geç ulaşan mektubunu’ birkaç gün önce gözyaşları içinde okudum ve anladım ki bizim Erdem’le Kıbrıs’ta kesişen hikâyemiz, geçmişte kalan kısmından ve benim düşlediğimden çok daha farklı yerlere akmış. Erdem’in hayatla yüzleşmesi, şimdilerde kelimenin tam anlamıyla kahramanca bir mücadeleye ve bu mücadelenin doğurduğu müthiş bir iç hesaplaşmaya dönüşmüş. O şimdi dünyayı değiştirmekle yüz yüze. Kendi dünyasını…
Hukukçu bir aileden gelen, ben Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra kendisi de üniversitede hukuk öğrenimini seçen sevgili öğrencimin hayatı, iki yıl önce geçirdiği bir trafik kazasıyla, az önce dediğim gibi ağır bir yüzleşme ve hesaplaşma hâlini almış. Bununla birlikte benim o çok iyi tanıdığım karakter de şimdi eskisinden çok daha güçlü biçimde ortaya çıkmış.
Erdem şimdi savaşıyor…
Hayatının bundan sonrasını onun savaşçı yanı belirleyecek…
Ve Erdem, kesinlikle ama kesinlikle başaracak…
Başka bir ihtimal yok!
***
Şu ‘elime çok geç ulaşan mektup’…
Bu mektuba vereceğim yanıt galiba sadece Erdem’i ilgilendirmiyor.
Kim okur, ne çıkarır, tam bilemiyorum; ama 1992’den bugüne yolumun iki ülkede ve beş şehirde kesiştiği yaklaşık 3 bin öğrencim için -hani çoğunun hiç okumayacağını bilsem de- bu kısa yanıt, onlara dönük bir mesaja, bir öğüte dönüşsün isterim.
Erdem’e söylediğim her şey, aslında her birine hayranlıkla karışık şükran duyduğum ve her birini çok özlediğim öğrencilerime seslenişim olsun:
Sevgili Erdem,
Elime çok geç ulaşan mektubunda -hem de çok zor günler geçirirken ve seni kuşatan olumsuzluklarla savaşırken- tutup da öğretmenine övgüler sıralamışsın ya…
Sen benim tanıdığım o ‘ruhunu iyiliğe adamış’ çocuksun.
Değişmemişsin yani…
İyi ki değişmemişsin…
Benim hak edip hak etmediğimden emin değilim ama sen yine de o övgülerin hepsini, başına ‘Erdem’ yazarak lütfen tekrar oluştur. Kendi güncene yaz hepsini; çünkü övgüyü asıl hak eden sensin.
Hiç kuşku duymadan söylüyorum, bütün öğretmenler öğrencilerini önce ‘iyi bir insan’ olarak görmek isterler.
Niye ama?
Çünkü iyi insan anlayışlıdır…
İyi insan naziktir…
İyi insan güçlüyken de nazik olmayı başarır…
İyi insan güçlendikçe daha alçak gönüllü olur…
İyi insan vefalıdır…
İyi insan yüreklidir, haksızlık karşısında susmaz…
İyi insan gücünün farkındadır ve kolay kolay diz çökmez…
Kötülüğe hiçbir zaman ortak olmaz ve bunun için de işte hiçbir zaman alt edilemez iyi insan…
İyi insanları yenilmiş ve diz çökmüş zannedenler yanılırlar…
İyi insan tıpkı Kantara gibi, tıpkı Bufavento gibi, St. Hilarion gibi; tıpkı Mağusa’nın Namık Kemal Meydanı’ndaki o bilge, o harikulâde cümbez ağacı gibi anıtsaldır.
Başkalarına ilham vererek yaşar, yaşar, yaşar…
Eğer ‘ölümsüzlük’ denen şey gerçekse bu, meyvesini gövdesinden çıkaran cümbez gibi, mutlaka ‘iyi insanların’ yüreklerindedir. Oradan fışkırır dışarıya…
Ve ben bunların hepsini sende fazlasıyla gördüm, o yüzden seni hiç unutmadım ve sana sevgim, hayranlığım, tıpkı Kıbrıs’a duyduğum derin sevgi ve hayranlık gibi içimde hala sıcacıktır; hiçbir zaman bitmez, asla soğumaz!
Sen böyle iyi olmaktan asla vaz geçme benim sevgili öğrencim.
Benim sevgili dostum…
En çaresiz anında bile Tanrı’nın iyileşme ihtimalini sana hatırlatmak için beynini ve kalbini çalışır durumda tuttuğunu düşün, buna inan ne olur!
Ancak o ihtimal ortadan kalkınca -hepimiz için- hayat biter…
Bizi biz yapan şey, içinde olduğumuz koşullar değil, o koşulları değiştirmek için bizim ne yaptığımızdır. Çok sevdiğimiz Ata’mızı düşünsene…
Ve sana ‘Hadi kalk!’ diyen o kanatsız meleği düşünsene…
Daha bahçeye begonviller dikilecek ve bir çocuk büyütülecek…
Hem unutma, yüreğindeki kas böyle gümbür gümbür çalıştıkça kolların ve bacakların için daima umut var, daima…
Sen bazen karamsarlığa kapılıp aksini düşünüyor olsan da sevgilin, ailen, arkadaşların, öğretmenlerin tarafından bu kadar sevilirken ve bu kadar önemsenirken pes etmeyi sakın aklından geçirme.
Çünkü pes ettiğin anda sadece sen değil, seni seven herkes kaybeder!
Ben de burada kaybederim…
Bunları, seni yenilgiye yakın gördüğüm için söylemiyorum. Aksine; böyle zor bir mücadelenin üstesinden gelecek bir tek kişi varsa dünyada, o kesinlikle sensin!
Sana moral vermek için abarttığımı da düşünme, zira sağlam bir dayanağım var: Mektubun kırık bir başarısızlık hikâyesini değil, zafer inancı kesin kahraman bir savaşçının kararlılığını ulaştırdı bana.
Elime çok geç ulaşmış olsa da…
Bunun değişmediğini ve hiç değişmeyeceğini biliyorum.
Seni çok seviyorum sevgili öğrencim, sevgili arkadaşım.
Bana geçmişte ve şimdi öğrettiklerin için ve gelecekte bana yazacakların için, hepsi ama hepsi için sana çok teşekkür ediyorum…
Ve öğretmen olduğum için o ışıklı pencereden hayatıma girmiş, beni zenginleştirmiş dostlarımın ve öğrencilerimin en değerlilerinden biri Erdem Dağlar…
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin kolejinde (DAK) 90’lı yıllar biterken öğrencim olmuştu sevgili Erdem. Tanıştığımızda henüz bir lise öğrencisiydi. Karakter sahibi, karizmatik, sıradışı bir liseli. O muhteşem genç, DAK’ın efsane münazara takımının da bir dönem kaptanıydı…
Bana belki de bugüne dek en çok şey öğretmiş öğrencim odur.
Benim ona öğrettiklerimden kesinlikle çok daha fazlasını…
‘Nasıl bir beğeni bu, nasıl bir hayranlık?’ diyebilirsiniz.
Sebebi var elbette: O, sahip olduğu potansiyelle kariyerim boyunca bende en fazla umut doğurmuş öğrencilerimden biriydi ve benim ondan umduğum şey, parlak bir üniversiteye gitmekle ya da sonra başka diplomalar, belgeler almakla hiç ilgisi olmayan, bunun çok daha üzerinde vatansever ve insansever biri olmakla, dünyaya yeni değerler katmakla ilgili bir şeydi. Liderlikle ve dünyayı değiştirmekle ilgili bir şeydi bu…
Ve bu beklentim son dirhemine kadar gerçekleşti, biliyorum; çok mutlu ve müsterihim bu bakımdan…
Ama…
Erdem’in ‘elime çok geç ulaşan mektubunu’ birkaç gün önce gözyaşları içinde okudum ve anladım ki bizim Erdem’le Kıbrıs’ta kesişen hikâyemiz, geçmişte kalan kısmından ve benim düşlediğimden çok daha farklı yerlere akmış. Erdem’in hayatla yüzleşmesi, şimdilerde kelimenin tam anlamıyla kahramanca bir mücadeleye ve bu mücadelenin doğurduğu müthiş bir iç hesaplaşmaya dönüşmüş. O şimdi dünyayı değiştirmekle yüz yüze. Kendi dünyasını…
Hukukçu bir aileden gelen, ben Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra kendisi de üniversitede hukuk öğrenimini seçen sevgili öğrencimin hayatı, iki yıl önce geçirdiği bir trafik kazasıyla, az önce dediğim gibi ağır bir yüzleşme ve hesaplaşma hâlini almış. Bununla birlikte benim o çok iyi tanıdığım karakter de şimdi eskisinden çok daha güçlü biçimde ortaya çıkmış.
Erdem şimdi savaşıyor…
Hayatının bundan sonrasını onun savaşçı yanı belirleyecek…
Ve Erdem, kesinlikle ama kesinlikle başaracak…
Başka bir ihtimal yok!
***
Şu ‘elime çok geç ulaşan mektup’…
Bu mektuba vereceğim yanıt galiba sadece Erdem’i ilgilendirmiyor.
Kim okur, ne çıkarır, tam bilemiyorum; ama 1992’den bugüne yolumun iki ülkede ve beş şehirde kesiştiği yaklaşık 3 bin öğrencim için -hani çoğunun hiç okumayacağını bilsem de- bu kısa yanıt, onlara dönük bir mesaja, bir öğüte dönüşsün isterim.
Erdem’e söylediğim her şey, aslında her birine hayranlıkla karışık şükran duyduğum ve her birini çok özlediğim öğrencilerime seslenişim olsun:
Sevgili Erdem,
Elime çok geç ulaşan mektubunda -hem de çok zor günler geçirirken ve seni kuşatan olumsuzluklarla savaşırken- tutup da öğretmenine övgüler sıralamışsın ya…
Sen benim tanıdığım o ‘ruhunu iyiliğe adamış’ çocuksun.
Değişmemişsin yani…
İyi ki değişmemişsin…
Benim hak edip hak etmediğimden emin değilim ama sen yine de o övgülerin hepsini, başına ‘Erdem’ yazarak lütfen tekrar oluştur. Kendi güncene yaz hepsini; çünkü övgüyü asıl hak eden sensin.
Hiç kuşku duymadan söylüyorum, bütün öğretmenler öğrencilerini önce ‘iyi bir insan’ olarak görmek isterler.
Niye ama?
Çünkü iyi insan anlayışlıdır…
İyi insan naziktir…
İyi insan güçlüyken de nazik olmayı başarır…
İyi insan güçlendikçe daha alçak gönüllü olur…
İyi insan vefalıdır…
İyi insan yüreklidir, haksızlık karşısında susmaz…
İyi insan gücünün farkındadır ve kolay kolay diz çökmez…
Kötülüğe hiçbir zaman ortak olmaz ve bunun için de işte hiçbir zaman alt edilemez iyi insan…
İyi insanları yenilmiş ve diz çökmüş zannedenler yanılırlar…
İyi insan tıpkı Kantara gibi, tıpkı Bufavento gibi, St. Hilarion gibi; tıpkı Mağusa’nın Namık Kemal Meydanı’ndaki o bilge, o harikulâde cümbez ağacı gibi anıtsaldır.
Başkalarına ilham vererek yaşar, yaşar, yaşar…
Eğer ‘ölümsüzlük’ denen şey gerçekse bu, meyvesini gövdesinden çıkaran cümbez gibi, mutlaka ‘iyi insanların’ yüreklerindedir. Oradan fışkırır dışarıya…
Ve ben bunların hepsini sende fazlasıyla gördüm, o yüzden seni hiç unutmadım ve sana sevgim, hayranlığım, tıpkı Kıbrıs’a duyduğum derin sevgi ve hayranlık gibi içimde hala sıcacıktır; hiçbir zaman bitmez, asla soğumaz!
Sen böyle iyi olmaktan asla vaz geçme benim sevgili öğrencim.
Benim sevgili dostum…
En çaresiz anında bile Tanrı’nın iyileşme ihtimalini sana hatırlatmak için beynini ve kalbini çalışır durumda tuttuğunu düşün, buna inan ne olur!
Ancak o ihtimal ortadan kalkınca -hepimiz için- hayat biter…
Bizi biz yapan şey, içinde olduğumuz koşullar değil, o koşulları değiştirmek için bizim ne yaptığımızdır. Çok sevdiğimiz Ata’mızı düşünsene…
Ve sana ‘Hadi kalk!’ diyen o kanatsız meleği düşünsene…
Daha bahçeye begonviller dikilecek ve bir çocuk büyütülecek…
Hem unutma, yüreğindeki kas böyle gümbür gümbür çalıştıkça kolların ve bacakların için daima umut var, daima…
Sen bazen karamsarlığa kapılıp aksini düşünüyor olsan da sevgilin, ailen, arkadaşların, öğretmenlerin tarafından bu kadar sevilirken ve bu kadar önemsenirken pes etmeyi sakın aklından geçirme.
Çünkü pes ettiğin anda sadece sen değil, seni seven herkes kaybeder!
Ben de burada kaybederim…
Bunları, seni yenilgiye yakın gördüğüm için söylemiyorum. Aksine; böyle zor bir mücadelenin üstesinden gelecek bir tek kişi varsa dünyada, o kesinlikle sensin!
Sana moral vermek için abarttığımı da düşünme, zira sağlam bir dayanağım var: Mektubun kırık bir başarısızlık hikâyesini değil, zafer inancı kesin kahraman bir savaşçının kararlılığını ulaştırdı bana.
Elime çok geç ulaşmış olsa da…
Bunun değişmediğini ve hiç değişmeyeceğini biliyorum.
Seni çok seviyorum sevgili öğrencim, sevgili arkadaşım.
Bana geçmişte ve şimdi öğrettiklerin için ve gelecekte bana yazacakların için, hepsi ama hepsi için sana çok teşekkür ediyorum…