
Irkçılık, ne yazık ki bütün çağların vebası...
Bir tek millete mahsus da değil üstelik.
Ama sözün başında ırkçılıkla milliyetçiliği birbirinden ayıralım: İçinden çıktığı milleti sevmeyen, genel manada insanları ve insanlık olgusunu da sevemez. Milliyetçilik ve millet sevgisi, kişinin bir topluma derin kültürel köklerle mensup olduğunu hissetmesi ve o bağlamda ‘çoğalmaya dair’ değer yargıları oluşturması iken bunun çok uzağında bir şey olan ırkçılık, sevgiden çok nefretle beslenir. Kendi içinde de sürekli ötekileştirmeye ve bölücülüğe eğilimli olan, tedavisi hâlâ bulunamamış bir hastalıktır ırkçılık.
Ve o, karşımıza kimi zaman İslamofobi, kimi zaman Anti-Semitizm, kimi zaman Suriyeli, Afgan, Ermeni, Türk, Kürt ya da başka bir etnik kökenden insanlara karşı mülteci düşmanlığı olarak çıkıyor.
Siyasal akımlar, tesadüfi olmayan ve dünyayı biçimlendirmeye dönük oluşturulan kurgulanmış sosyal trendler, beraberinde ufak bir kıvılcımla büyüyen etnik ve emperyalist çatışmalar ile nihayet bunların tetiklediği kitlesel göçler; ırkçı okların hangi dönemde, hangi topluma yöneleceğini belirliyor: Etnik ırkçılar, din ırkçıları, mezhep ırkçıları, şehir veya bölge ırkçıları, dil ırkçıları, holiganizmle soslanmış takım ırkçıları var; kendi küçük grubundan başka kimseyi sevmeyenler onlar.
Özetin özetiyse şu: ‘Irkçılık söz konusuysa kimin, ne zaman hedef olacağı belirsizdir’! Amerika’da siyahi insanlar ve Müslümanlar ama buna tepki olarak da İran’da veya Afganistan’da Amerikalılar; Avrupa’da Orta Doğu veya Afrika kökenliler ama ona tepki olarak da şimdi Rusya’da Avrupalılar ırkçı yaklaşımlara, zaman zaman da hukuksal, siyasal ya da fiziksel şiddete varan saldırılara maruz kalıyorlar. Dışlanıyorlar, sürülüyorlar, yakılıyorlar...
Kimsenin garantisi yok! Hem de bu durum 21. Yüzyılın Postmodern dünyasında neredeyse ortaçağdan farksız biçimde sürüyor...
O halde önemli -veya icrası şart- olan; her çağda ve her coğrafyada yabancı düşmanlığını hoş görmeyecek kültürel, etnik, inançsal anlayışlılık ortamını ve siyasal misafirperverliği oluşturmak. Dinlerde kutsal kitapların ve vahyin özüne dönmek...
Özellikle hukuk ve siyasetten ırkçı söylemi ayıklamak...
Herkeste, herkese karşı tolerans ve hoşgörü...
Mümkün mü bu?
Önyargıları kırmak belki çok zor!
Ama küresel çapta iyileşmenin hâlâ mümkün olduğuna inananlar var. Onların da çok sağlam dayanakları, ilham kaynakları var...
★★
Bizim kültürel yaşamımızda ırkçılık ve etnik temelli ötekileştirme genelde kabul görmeyen bir tutum. En azından resmî ideolojimizde ve devlet söylemimizde -Yunan ve Ermeni toplumlarına yönelik geleneksel temkinli politik söylemler de dahil olmak üzere- ırkçı ve düşmanca söylem hiçbir zaman benimsenmedi. Bu, kesinlikle gurur duyacağımız bir niteliğimiz. Nitekim ‘Yurtta barış, dünyada barış’ gibi ünlü, evrenselleşmiş bir prensibimiz de var ve bildiğim kadarıyla bu hâlâ geçerli.
Fakat elbette beş parmağın beşi bir değil. Bizde de zaman zaman farklı kesimlerin, farklı zamanlar ve koşullar içerisinde sergilediği yanlış tutumlar olmuş. O meşhur mübadele yılları belki de en sarsıcı örnek. Örnekler sadece 1930’larda İnönü-Venizelos mübadele anlaşmasına denk düşen o çok trajik dönemle de sınırlı değil; aynı duygusuzluğa örnek oluşturabilecek günümüze daha yakın, çok dokunaklı bir başka hikâye var elimizde. Tamamen gerçek!
★★
Yeşilçam’ın ‘Al Yanaklı Amcasını’ hatırlar mısınız?
Hem gerçek hayatında hem sinemada sevgi ve merhamet timsali olan o sevgideğer adam, sinema oyuncusu Nubar Terziyan (1909-1994), 29 yıl önce bugün, 14 Ocak 1994 Cuma günü, 84 yaşında aramızdan ayrılmıştı.
★★
Terziyan, Türk sinemasına dile kolay, tam kırk yılını verdi. Kırk yılda, 450 filmde irili ufaklı roller aldı. Bu, her bir yıl için dört beş film demekti.
O, doğası gereği hep babacan, iyi rollerde oynadı. Rahmetli Hulusi Kentmen’in klasik fabrikatör tiplemesine karşılık Nubar hep iyi yürekli, iyi niyetli, yapıcı, merhametli, kanaatkâr ama en alt tabakadaki insanımızı beyaz perdeye taşıdı. Gerçekte de o, tıpkı filmlerindeki gibi biriydi. Sevimli, sempatik ve yufka yürekli ve yoksul...
Oynadığı 450 filmde kendini, karakterini seyirciye iyi anlattı anlatmasına ama 1990 yılında kısa bir rolle gözüktüğü ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ filminde cami avlusundaki cenaze namazı sahnesinde Şener Şen'le kısa bir diyalogu, onu belki de en iyi anlatan gerçek hayat sahnesidir:
-Nubar!
-Ne oldu Şener?
-Sen Ermeni değil misin?
-Ermeni’yim...
-E, bu Müslümanın cenaze namazında ne işin var?
-N’apıyım Şener, cemaat o kadar az ki adama ayıp olacaktı. Ben de saf tuttum, dua ettim...
★★
Nubar, İstanbul- Büyükdereliydi. Babası Fatih'te terziydi. Bu yüzden sinemada Terziyan soyadını kullandı. 1934 yılı geldiğindeyse yüzünün o sevimli renginden mülhem Alyanak soyadını alacaktı.
Yeşilçam'da da en az semtinde, Büyükdere'de sevildiği kadar sevildi. Herkesin Tonton Amcasıydı o. Öyle ki devrinin en sevilen jönü İzmirli Ayhan Işık tonton sıfatını kaldırdı, ‘Amca’ dedi Nubar’a.

1979 yılında, Ayhan Işık elli yaşındayken aniden ölünce Nubar çok üzüldü, içi yandı. Gazeteye verdiği taziye ilanıyla teselli bulmaya çalıştı. Doğrudan can dostuna seslendi kısa taziye metninde:
‘İçimi yaktın, evlat!’ Altına da ‘Amcan, Nubar Terziyan...’ diye not düştü.
Ve trajediye bakın şimdi:
Ayhan Işık'ın ailesi bu samimiyeti ne yazık ki yanlış değerlendirdi. ‘Millet bizi Ermeni bilecek!’ diye bir karşı açıklama yaptılar. Bir gün sonra aynı gazeteye, aynı sayfaya ilan verdiler: ‘Nubar Terziyan'la akrabalığımız yoktur’ dediler.
Ne yapsa ne etse Nubar da ‘öteki’ idi sonuçta...
Bu olaydan sonra ise ‘kalbi kırık bir öteki’ oldu.
Yazdı bunu anılarına, ‘cam kesiğiydi hissettiği’.
O olay üzerine ülkeyi terk edip gitmek istedi, belki Fransa’ya belki Amerika'ya... Gidenlerin göç hikayesine kırık bir hikâye, acı bir ıslık da o ekleyecekti. Sonra iyi yürekli dostları araya girdi, teskin oldu, vaz geçti. Yeşilçam'a, kaldığı yere, bıraktığı işe döndü. Rollerde teselli buldu. Ama artık ne kimsenin ‘Amca’ demesini istedi ne de çok sevdiği kimselere ‘Yeğen’ dedi. Onun dillere destan o meşhur ‘Yeğen’ seslenişi, sinemada yıllar sonra Ezel dizisinin Ramiz Dayı’sında yeniden yaşam bulacaktı...
Ve ne diyordu Ramiz Dayı: ‘Herkes öldürür sevdiğini...’
O, şimdi Balıklı Ermeni Mezarlığı'nda bir avuç toprak, Yeşilçam arşivinde buruk gülümseyen bir tonton, bir al yanak; sahne sanatçısı olmasa haza şair olacak biri ve nihayet Sezen Aksu'nun besteleyip seslendirdiği Nubar Terziyan şiirindeki dokunaklı bir dizedir:
‘Kirpiklerinde bir çiğ tanesi olsam
Ansan o bahçeyi, rüzgârı çağırsan
Mevsim suluboya olsa, günlerden mercan
İşte sanki o an Nubar Terziyan sırtımı okşar
Eski filmler hâlâ o bahçede siyah beyaz ağlar..."
★★
Üretken edebiyatçı, eğitim yöneticisi KTÜ’den sevgili ağabeyim Erol Sevindir, 16 Ocak 2021 günü sosyal medya sayfasında paylaşmıştı yukarıdaki metnin bir bölümünü. İstanbul kokusuna bezeyerek. Sağ olsun!
Üzerine bir parça araştırma, bir parça da kendi yorumumu, Mersin-Erzurum kokularını ekledim.
Ve Erol abim gibi benim de şimdi demem o ki:
Irkçılık hakikaten çok fena bir şey!
Ondan uzak durmamızı gerektirecek o kadar çok neden var ki: Galiba en kötüsü, ırkçılar herkesten daha çabuk öldürüyorlar sevdiklerini!
Bir tek millete mahsus da değil üstelik.
Ama sözün başında ırkçılıkla milliyetçiliği birbirinden ayıralım: İçinden çıktığı milleti sevmeyen, genel manada insanları ve insanlık olgusunu da sevemez. Milliyetçilik ve millet sevgisi, kişinin bir topluma derin kültürel köklerle mensup olduğunu hissetmesi ve o bağlamda ‘çoğalmaya dair’ değer yargıları oluşturması iken bunun çok uzağında bir şey olan ırkçılık, sevgiden çok nefretle beslenir. Kendi içinde de sürekli ötekileştirmeye ve bölücülüğe eğilimli olan, tedavisi hâlâ bulunamamış bir hastalıktır ırkçılık.
Ve o, karşımıza kimi zaman İslamofobi, kimi zaman Anti-Semitizm, kimi zaman Suriyeli, Afgan, Ermeni, Türk, Kürt ya da başka bir etnik kökenden insanlara karşı mülteci düşmanlığı olarak çıkıyor.
Siyasal akımlar, tesadüfi olmayan ve dünyayı biçimlendirmeye dönük oluşturulan kurgulanmış sosyal trendler, beraberinde ufak bir kıvılcımla büyüyen etnik ve emperyalist çatışmalar ile nihayet bunların tetiklediği kitlesel göçler; ırkçı okların hangi dönemde, hangi topluma yöneleceğini belirliyor: Etnik ırkçılar, din ırkçıları, mezhep ırkçıları, şehir veya bölge ırkçıları, dil ırkçıları, holiganizmle soslanmış takım ırkçıları var; kendi küçük grubundan başka kimseyi sevmeyenler onlar.
Özetin özetiyse şu: ‘Irkçılık söz konusuysa kimin, ne zaman hedef olacağı belirsizdir’! Amerika’da siyahi insanlar ve Müslümanlar ama buna tepki olarak da İran’da veya Afganistan’da Amerikalılar; Avrupa’da Orta Doğu veya Afrika kökenliler ama ona tepki olarak da şimdi Rusya’da Avrupalılar ırkçı yaklaşımlara, zaman zaman da hukuksal, siyasal ya da fiziksel şiddete varan saldırılara maruz kalıyorlar. Dışlanıyorlar, sürülüyorlar, yakılıyorlar...
Kimsenin garantisi yok! Hem de bu durum 21. Yüzyılın Postmodern dünyasında neredeyse ortaçağdan farksız biçimde sürüyor...
O halde önemli -veya icrası şart- olan; her çağda ve her coğrafyada yabancı düşmanlığını hoş görmeyecek kültürel, etnik, inançsal anlayışlılık ortamını ve siyasal misafirperverliği oluşturmak. Dinlerde kutsal kitapların ve vahyin özüne dönmek...
Özellikle hukuk ve siyasetten ırkçı söylemi ayıklamak...
Herkeste, herkese karşı tolerans ve hoşgörü...
Mümkün mü bu?
Önyargıları kırmak belki çok zor!
Ama küresel çapta iyileşmenin hâlâ mümkün olduğuna inananlar var. Onların da çok sağlam dayanakları, ilham kaynakları var...
★★
Bizim kültürel yaşamımızda ırkçılık ve etnik temelli ötekileştirme genelde kabul görmeyen bir tutum. En azından resmî ideolojimizde ve devlet söylemimizde -Yunan ve Ermeni toplumlarına yönelik geleneksel temkinli politik söylemler de dahil olmak üzere- ırkçı ve düşmanca söylem hiçbir zaman benimsenmedi. Bu, kesinlikle gurur duyacağımız bir niteliğimiz. Nitekim ‘Yurtta barış, dünyada barış’ gibi ünlü, evrenselleşmiş bir prensibimiz de var ve bildiğim kadarıyla bu hâlâ geçerli.
Fakat elbette beş parmağın beşi bir değil. Bizde de zaman zaman farklı kesimlerin, farklı zamanlar ve koşullar içerisinde sergilediği yanlış tutumlar olmuş. O meşhur mübadele yılları belki de en sarsıcı örnek. Örnekler sadece 1930’larda İnönü-Venizelos mübadele anlaşmasına denk düşen o çok trajik dönemle de sınırlı değil; aynı duygusuzluğa örnek oluşturabilecek günümüze daha yakın, çok dokunaklı bir başka hikâye var elimizde. Tamamen gerçek!
★★
Yeşilçam’ın ‘Al Yanaklı Amcasını’ hatırlar mısınız?
Hem gerçek hayatında hem sinemada sevgi ve merhamet timsali olan o sevgideğer adam, sinema oyuncusu Nubar Terziyan (1909-1994), 29 yıl önce bugün, 14 Ocak 1994 Cuma günü, 84 yaşında aramızdan ayrılmıştı.
★★
Terziyan, Türk sinemasına dile kolay, tam kırk yılını verdi. Kırk yılda, 450 filmde irili ufaklı roller aldı. Bu, her bir yıl için dört beş film demekti.
O, doğası gereği hep babacan, iyi rollerde oynadı. Rahmetli Hulusi Kentmen’in klasik fabrikatör tiplemesine karşılık Nubar hep iyi yürekli, iyi niyetli, yapıcı, merhametli, kanaatkâr ama en alt tabakadaki insanımızı beyaz perdeye taşıdı. Gerçekte de o, tıpkı filmlerindeki gibi biriydi. Sevimli, sempatik ve yufka yürekli ve yoksul...
Oynadığı 450 filmde kendini, karakterini seyirciye iyi anlattı anlatmasına ama 1990 yılında kısa bir rolle gözüktüğü ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ filminde cami avlusundaki cenaze namazı sahnesinde Şener Şen'le kısa bir diyalogu, onu belki de en iyi anlatan gerçek hayat sahnesidir:
-Nubar!
-Ne oldu Şener?
-Sen Ermeni değil misin?
-Ermeni’yim...
-E, bu Müslümanın cenaze namazında ne işin var?
-N’apıyım Şener, cemaat o kadar az ki adama ayıp olacaktı. Ben de saf tuttum, dua ettim...
★★
Nubar, İstanbul- Büyükdereliydi. Babası Fatih'te terziydi. Bu yüzden sinemada Terziyan soyadını kullandı. 1934 yılı geldiğindeyse yüzünün o sevimli renginden mülhem Alyanak soyadını alacaktı.
Yeşilçam'da da en az semtinde, Büyükdere'de sevildiği kadar sevildi. Herkesin Tonton Amcasıydı o. Öyle ki devrinin en sevilen jönü İzmirli Ayhan Işık tonton sıfatını kaldırdı, ‘Amca’ dedi Nubar’a.

1979 yılında, Ayhan Işık elli yaşındayken aniden ölünce Nubar çok üzüldü, içi yandı. Gazeteye verdiği taziye ilanıyla teselli bulmaya çalıştı. Doğrudan can dostuna seslendi kısa taziye metninde:
‘İçimi yaktın, evlat!’ Altına da ‘Amcan, Nubar Terziyan...’ diye not düştü.
Ve trajediye bakın şimdi:
Ayhan Işık'ın ailesi bu samimiyeti ne yazık ki yanlış değerlendirdi. ‘Millet bizi Ermeni bilecek!’ diye bir karşı açıklama yaptılar. Bir gün sonra aynı gazeteye, aynı sayfaya ilan verdiler: ‘Nubar Terziyan'la akrabalığımız yoktur’ dediler.
Ne yapsa ne etse Nubar da ‘öteki’ idi sonuçta...
Bu olaydan sonra ise ‘kalbi kırık bir öteki’ oldu.
Yazdı bunu anılarına, ‘cam kesiğiydi hissettiği’.
O olay üzerine ülkeyi terk edip gitmek istedi, belki Fransa’ya belki Amerika'ya... Gidenlerin göç hikayesine kırık bir hikâye, acı bir ıslık da o ekleyecekti. Sonra iyi yürekli dostları araya girdi, teskin oldu, vaz geçti. Yeşilçam'a, kaldığı yere, bıraktığı işe döndü. Rollerde teselli buldu. Ama artık ne kimsenin ‘Amca’ demesini istedi ne de çok sevdiği kimselere ‘Yeğen’ dedi. Onun dillere destan o meşhur ‘Yeğen’ seslenişi, sinemada yıllar sonra Ezel dizisinin Ramiz Dayı’sında yeniden yaşam bulacaktı...
Ve ne diyordu Ramiz Dayı: ‘Herkes öldürür sevdiğini...’
O, şimdi Balıklı Ermeni Mezarlığı'nda bir avuç toprak, Yeşilçam arşivinde buruk gülümseyen bir tonton, bir al yanak; sahne sanatçısı olmasa haza şair olacak biri ve nihayet Sezen Aksu'nun besteleyip seslendirdiği Nubar Terziyan şiirindeki dokunaklı bir dizedir:
‘Kirpiklerinde bir çiğ tanesi olsam
Ansan o bahçeyi, rüzgârı çağırsan
Mevsim suluboya olsa, günlerden mercan
İşte sanki o an Nubar Terziyan sırtımı okşar
Eski filmler hâlâ o bahçede siyah beyaz ağlar..."
★★
Üretken edebiyatçı, eğitim yöneticisi KTÜ’den sevgili ağabeyim Erol Sevindir, 16 Ocak 2021 günü sosyal medya sayfasında paylaşmıştı yukarıdaki metnin bir bölümünü. İstanbul kokusuna bezeyerek. Sağ olsun!
Üzerine bir parça araştırma, bir parça da kendi yorumumu, Mersin-Erzurum kokularını ekledim.
Ve Erol abim gibi benim de şimdi demem o ki:
Irkçılık hakikaten çok fena bir şey!
Ondan uzak durmamızı gerektirecek o kadar çok neden var ki: Galiba en kötüsü, ırkçılar herkesten daha çabuk öldürüyorlar sevdiklerini!