
Atatürk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi öğretim üyesi ve Pusula yazarı değerli hocam Prof. Dr. Ahmet Berhan Yılmaz ile gazeteden köşe komşusu oluruz. Maalesef yüz yüze tanışma şansım olmadı.
Sayın Profesörün, bizim akademi ve medya standartlarımızın oldukça üzerinde bir insani hassasiyete, hoşgörürlüğe ve farklı dile getiriş yeteneğine sahip olduğunu düşünüyorum. Şahsi fikrim bu tabii, sizi bilemem.
Ve kendileri, şiirde ‘sehli mümteni’ diye adlandırılan söz sanatının yine bana göre düz yazıdaki yaşayan ustalarından birisi.
Fakültesi için de gazetesi için de Erzurum’umuz için de büyük şanstır kendilerinin varlığı.
★★
Sayın Profesör, Pusula’da 29 Ağustos günü yayımlanan yazısı ile okurlarına birbirinden değerli beş soru yöneltti. O yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır; öyle magazin ya da ne bileyim ağız çene radyolojisi soruları falan değildi hocamın soruları.
Hayatla, hayatın kendisiyle, kâinatın özüyle, devretmekle, birbirimize karışmakla, bir ve büyük olmakla, ilelnihaye eğer kısmetse hayatın esas anlamına vâkıf olabilmekle ilgiliydi beş sorunun beşi de...
Ve Zafer Bayramı’mızı müjdeleyen bando-mızıka sesleriyle karışık mehter marşları dışarıdan balkonuma doluşurken oturdum, hocamın engin hoşgörüsüne sığınarak kendimce tek tek cevaplamaya çalıştım o soruları:
En başta “Kaçımız; bizimle aynı dünya görüşünü paylaşmayan, farklı düşünen, bize, düşüncelerimize, hayat tarzımıza, ideolojilerimize itiraz eden insanlarla bir arada olabilmeyi, sohbet etmeyi, incitmeden kendimizi anlatmayı, incinmeden onları anlamaya çalışmayı seçiyoruz?” diye sormuştu hocam...
Cevap veriyorum: Türkiye’de 2 bin 457, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 68 bin 868 kişi bunu başarabiliyor...
(%0,002’miz mi oluyor bu?)
Sonra “Kaçımız; bizleri esir alan, düşüncelerimize, yaşam tarzımıza, hareket kabiliyetimize ket vuran zincirleri kırıp, bizi sınırlayan çemberin dışına çıkıp farklı düşünen, farklı yaşayan insanların yüreklerine dokunabiliyoruz, onların yüreklerimize dokunabilmesi için çabalıyoruz?” diye devam etti o güzel sözlü yoklamasına.
Cevap veriyorum: Türkiye’de 133, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 901 kişi ayrım yapmaksızın herkesin yüreğine dokunabilmeyi başarıyor...
(Bu da galiba %0,0001’imiz oluyor...)
Hocamız üçüncü olarak “Kaçımız; insanca yaşamak, bilgi sahibi olmak, kendini geliştirmek için aklını kullanan, okuyan, öğrenen, fikir üretebilen her insanda olması gerektiği gibi kendi görüşlerimizi başkasının aynasında sınayabiliyor, kendimize başkasının gözüyle bakabiliyor, hayatımızı başkasının penceresinden gözlemleyebiliyoruz?” diye sordu bize.
Cevap veriyorum: Türkiye’de 2 bin 265, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 54 bin 490 kişi öyle. Hayatını başkasının penceresinden de gözlemleyebiliyor...
Ve sonra şu soruyu yöneltti: “Kaçımız; birileri tarafından kullanılıyor, akılları, iradeleri, vicdanları, insani değerleri, düşünme kabiliyetleri devre dışı kaldığı için yaptığı iyiliklerin, kötülüklerin, eylemlerin amacını, sonucunu, fayda ve zararını düşünmeyen, itiraz etmeyen, sorgulamayan robotlar gibi yaşıyoruz.”
Cevap veriyorum: Türkiye’de 79 milyon 854 bin 389, Dünya genelinde ise -bizdekiler dahil- 7 milyar 299 milyon 803 bin 161 kişi öyle yaşıyor; ama hâlinden de memnun bunların çoğu...
Son olarak, beşinci soruda adamakıllı zorlaştırdı seviyeyi ve geçişik bir soruyla bize ecel terleri döktürdü: “Sözün özü; kaçımız aklını kullanan ve sorgulayan özgür bireyler olarak insan gibi, kaçımız aklı, duyguları ve eylemleri kelepçelenmiş, zincirlenmiş, prangaya vurulmuş zavallı köleler gibi yaşıyoruz.”
İlk başta ‘Haydaa!’ desem de silkinip kendime geliyorum ve elbette bu soruya da cevap veriyorum: Türkiye’de birinci grupta 41 bin 157, ikinci grupta 84 milyon 639 bin 116 kişi var; Dünya genelinde ise -bizdekiler dahil- birinci grupta 1 milyon 404 bin 101, ikinci grupta ise 7 milyar 978 milyon 595 bin 899 kişi var...
Ezici bir çoğunluk; duyguları ve eylemleri ya partiler, politikacılar ya medya ya akademisyenler ya reklamcılar ya başka başka topluluklar, sosyeteler tarafından prangalanmış olarak yaşıyor. Daha da fenası, öyle yaşadığından haberi yok!
Not: TUİK verilerine göre Türkiye’nin nüfusu (2022 Temmuz ayı sonu itibariyle) 84 milyon 680 bin 273...
Dünya nüfusunun ise aynı günlerde 7 milyar 980 milyon küsür olduğu tahmin ediliyor...
8 milyara ramak kaldı!
★★
Verdiğim rakamlarla bağlamında ‘Dünya’nın merkezi tam burasıdır, inanmayan ölçsün!’ diyen Nasrettin Hoca’mızı yâd ederek ben de ‘İnanmayan saysın!’ diyeceğim...
Diyeceğim lakin bu cür’et, mizah sınırlarını bile harbî aşar...
Demiyorum öyleyse.
Az önce, italik bölümlerde sizinle paylaştığım bütün o uyduruk sayıları da lütfen silin ve unutun! Beş soruya verilecek beş cevabın içini dolduracak sayıları araştırmak ve bulmak, herhalde bu ülkede yüzleşilebilecek en zor hesap işidir...
Ama kendi nâm-ı hesabıma o sayılar içinde bulunamayacağımı açık yüreklilikle itiraf ederim. Kimiz ki biz?
Diğer yandan umarım okuyucum şunu sezecektir: Değerli yazar Prof. Dr. Ahmet Berhan Yılmaz’ın yazısını bütün olarak alıntılamamın esas nedeni, bu yazıyı bilvesile başka platformlarda, mesela Instagram’da ve kendi okurlarımla da kaynak belirterek paylaşma niyetimdir. Paylaşılan, çoğalan yararlı bilgi değerli bilgidir zira. Ümit ederim ki hocamla hemfikirizdir, bana kızmaz ve hakkını helal eder.
★★
Benim sevgili, çok değerli hocam, Sayın Profesör’üm, biliyorum ki siz bilge olduğunuz kadar da mütevazısınız; şu ‘Profesör’ unvanını öyle ulu orta her yerde kullanmaktan imtina ediyorsunuz. Aslında biraz da bu yüzden etrafınızdaki sözumona profesörlerden çok daha büyüksünüz. O unvan sizi büyütmüyor, siz esasen o unvanı büyütüyorsunuz. Bundan ötürüdür ki çok değerli hocam hem yazınızı alıntılamamı hem de bir karış yukarıya ‘alenen atmasyon’ sayıları sıralayarak okuruma tazyik ettiğim yarım yamalak istihzayı hoş göreceğinizi umuyorum.
Çünkü siz de biliyorsunuz; beş sorunuzun beşi için de ‘Evet öyleleri muhakkak var!’ desek (Ah, İnşallah!) , sonrasında sıralayabileceğimiz isimler bir elin beş parmağından azdır buralarda...
‘Buralarda’ derken memleketimi, ülkemi, milletimi hakir görmüyorum (hâşâ).
Bilhassa ‘zamanı’ kastediyorum ben.
Çağı...
Dar çerçevemizi, klişelerimizi, kalıplarımızı...
Botokslu çehremizi...
İsmet Özel’in deyimiyle ‘şehrin insanını, şehrin...’
Mahpushanemizin duvarlarını ve gittikçe duvarlaşan, taşlaşan, duygusuzlaşan, merhametsizleşen insanları içinde maalesef kendimizin de olduğu yılgın forsaları kastediyorum...
Ne yazık değil mi Berhan hocam?
Size cevap vermeye çalışırken bırakın milyonları; öyle gönül rahatlığıyla yüzlü, binli, on binli sayılar telaffuz edememek ne fena ne hazin ve ne trajik bir durum!
★★
Bitirmeden...
Belki bir bakıma az evvel göz gezdirdiğiniz içerikle de ilgili olabilecek bir söz, bir alıntı:
“Neden artık halk içinde daha az karışıyorsun?” sorusuna Farabi şu cevabını verir: “Zamanın ters, sohbetlerin faydasız, herkesin bezgin ve her başın ayrı bir ağrı taşıdığını görünce evime kapanıp haysiyetimi korumayı seçtim...”
Ama sakın yanlış anlaşılmasın, Farabi ya da batılıların deyişiyle Alpharabius, bugünün sosyal sızılarını tasvir etmiyor. İfade ettiği şey 21. Yüzyıla dönük bir kehanet değil yani. O, sadece kendi çağını, miladın sonrasındaki 870-950 yılları arasını anlatıyor.
Ne diyelim? Vay canına!
Sayın Profesörün, bizim akademi ve medya standartlarımızın oldukça üzerinde bir insani hassasiyete, hoşgörürlüğe ve farklı dile getiriş yeteneğine sahip olduğunu düşünüyorum. Şahsi fikrim bu tabii, sizi bilemem.
Ve kendileri, şiirde ‘sehli mümteni’ diye adlandırılan söz sanatının yine bana göre düz yazıdaki yaşayan ustalarından birisi.
Fakültesi için de gazetesi için de Erzurum’umuz için de büyük şanstır kendilerinin varlığı.
★★
Sayın Profesör, Pusula’da 29 Ağustos günü yayımlanan yazısı ile okurlarına birbirinden değerli beş soru yöneltti. O yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır; öyle magazin ya da ne bileyim ağız çene radyolojisi soruları falan değildi hocamın soruları.
Hayatla, hayatın kendisiyle, kâinatın özüyle, devretmekle, birbirimize karışmakla, bir ve büyük olmakla, ilelnihaye eğer kısmetse hayatın esas anlamına vâkıf olabilmekle ilgiliydi beş sorunun beşi de...
Ve Zafer Bayramı’mızı müjdeleyen bando-mızıka sesleriyle karışık mehter marşları dışarıdan balkonuma doluşurken oturdum, hocamın engin hoşgörüsüne sığınarak kendimce tek tek cevaplamaya çalıştım o soruları:
En başta “Kaçımız; bizimle aynı dünya görüşünü paylaşmayan, farklı düşünen, bize, düşüncelerimize, hayat tarzımıza, ideolojilerimize itiraz eden insanlarla bir arada olabilmeyi, sohbet etmeyi, incitmeden kendimizi anlatmayı, incinmeden onları anlamaya çalışmayı seçiyoruz?” diye sormuştu hocam...
Cevap veriyorum: Türkiye’de 2 bin 457, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 68 bin 868 kişi bunu başarabiliyor...
(%0,002’miz mi oluyor bu?)
Sonra “Kaçımız; bizleri esir alan, düşüncelerimize, yaşam tarzımıza, hareket kabiliyetimize ket vuran zincirleri kırıp, bizi sınırlayan çemberin dışına çıkıp farklı düşünen, farklı yaşayan insanların yüreklerine dokunabiliyoruz, onların yüreklerimize dokunabilmesi için çabalıyoruz?” diye devam etti o güzel sözlü yoklamasına.
Cevap veriyorum: Türkiye’de 133, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 901 kişi ayrım yapmaksızın herkesin yüreğine dokunabilmeyi başarıyor...
(Bu da galiba %0,0001’imiz oluyor...)
Hocamız üçüncü olarak “Kaçımız; insanca yaşamak, bilgi sahibi olmak, kendini geliştirmek için aklını kullanan, okuyan, öğrenen, fikir üretebilen her insanda olması gerektiği gibi kendi görüşlerimizi başkasının aynasında sınayabiliyor, kendimize başkasının gözüyle bakabiliyor, hayatımızı başkasının penceresinden gözlemleyebiliyoruz?” diye sordu bize.
Cevap veriyorum: Türkiye’de 2 bin 265, Dünya genelinde -bizdekiler dahil- 54 bin 490 kişi öyle. Hayatını başkasının penceresinden de gözlemleyebiliyor...
Ve sonra şu soruyu yöneltti: “Kaçımız; birileri tarafından kullanılıyor, akılları, iradeleri, vicdanları, insani değerleri, düşünme kabiliyetleri devre dışı kaldığı için yaptığı iyiliklerin, kötülüklerin, eylemlerin amacını, sonucunu, fayda ve zararını düşünmeyen, itiraz etmeyen, sorgulamayan robotlar gibi yaşıyoruz.”
Cevap veriyorum: Türkiye’de 79 milyon 854 bin 389, Dünya genelinde ise -bizdekiler dahil- 7 milyar 299 milyon 803 bin 161 kişi öyle yaşıyor; ama hâlinden de memnun bunların çoğu...
Son olarak, beşinci soruda adamakıllı zorlaştırdı seviyeyi ve geçişik bir soruyla bize ecel terleri döktürdü: “Sözün özü; kaçımız aklını kullanan ve sorgulayan özgür bireyler olarak insan gibi, kaçımız aklı, duyguları ve eylemleri kelepçelenmiş, zincirlenmiş, prangaya vurulmuş zavallı köleler gibi yaşıyoruz.”
İlk başta ‘Haydaa!’ desem de silkinip kendime geliyorum ve elbette bu soruya da cevap veriyorum: Türkiye’de birinci grupta 41 bin 157, ikinci grupta 84 milyon 639 bin 116 kişi var; Dünya genelinde ise -bizdekiler dahil- birinci grupta 1 milyon 404 bin 101, ikinci grupta ise 7 milyar 978 milyon 595 bin 899 kişi var...
Ezici bir çoğunluk; duyguları ve eylemleri ya partiler, politikacılar ya medya ya akademisyenler ya reklamcılar ya başka başka topluluklar, sosyeteler tarafından prangalanmış olarak yaşıyor. Daha da fenası, öyle yaşadığından haberi yok!
Not: TUİK verilerine göre Türkiye’nin nüfusu (2022 Temmuz ayı sonu itibariyle) 84 milyon 680 bin 273...
Dünya nüfusunun ise aynı günlerde 7 milyar 980 milyon küsür olduğu tahmin ediliyor...
8 milyara ramak kaldı!
★★
Verdiğim rakamlarla bağlamında ‘Dünya’nın merkezi tam burasıdır, inanmayan ölçsün!’ diyen Nasrettin Hoca’mızı yâd ederek ben de ‘İnanmayan saysın!’ diyeceğim...
Diyeceğim lakin bu cür’et, mizah sınırlarını bile harbî aşar...
Demiyorum öyleyse.
Az önce, italik bölümlerde sizinle paylaştığım bütün o uyduruk sayıları da lütfen silin ve unutun! Beş soruya verilecek beş cevabın içini dolduracak sayıları araştırmak ve bulmak, herhalde bu ülkede yüzleşilebilecek en zor hesap işidir...
Ama kendi nâm-ı hesabıma o sayılar içinde bulunamayacağımı açık yüreklilikle itiraf ederim. Kimiz ki biz?
Diğer yandan umarım okuyucum şunu sezecektir: Değerli yazar Prof. Dr. Ahmet Berhan Yılmaz’ın yazısını bütün olarak alıntılamamın esas nedeni, bu yazıyı bilvesile başka platformlarda, mesela Instagram’da ve kendi okurlarımla da kaynak belirterek paylaşma niyetimdir. Paylaşılan, çoğalan yararlı bilgi değerli bilgidir zira. Ümit ederim ki hocamla hemfikirizdir, bana kızmaz ve hakkını helal eder.
★★
Benim sevgili, çok değerli hocam, Sayın Profesör’üm, biliyorum ki siz bilge olduğunuz kadar da mütevazısınız; şu ‘Profesör’ unvanını öyle ulu orta her yerde kullanmaktan imtina ediyorsunuz. Aslında biraz da bu yüzden etrafınızdaki sözumona profesörlerden çok daha büyüksünüz. O unvan sizi büyütmüyor, siz esasen o unvanı büyütüyorsunuz. Bundan ötürüdür ki çok değerli hocam hem yazınızı alıntılamamı hem de bir karış yukarıya ‘alenen atmasyon’ sayıları sıralayarak okuruma tazyik ettiğim yarım yamalak istihzayı hoş göreceğinizi umuyorum.
Çünkü siz de biliyorsunuz; beş sorunuzun beşi için de ‘Evet öyleleri muhakkak var!’ desek (Ah, İnşallah!) , sonrasında sıralayabileceğimiz isimler bir elin beş parmağından azdır buralarda...
‘Buralarda’ derken memleketimi, ülkemi, milletimi hakir görmüyorum (hâşâ).
Bilhassa ‘zamanı’ kastediyorum ben.
Çağı...
Dar çerçevemizi, klişelerimizi, kalıplarımızı...
Botokslu çehremizi...
İsmet Özel’in deyimiyle ‘şehrin insanını, şehrin...’
Mahpushanemizin duvarlarını ve gittikçe duvarlaşan, taşlaşan, duygusuzlaşan, merhametsizleşen insanları içinde maalesef kendimizin de olduğu yılgın forsaları kastediyorum...
Ne yazık değil mi Berhan hocam?
Size cevap vermeye çalışırken bırakın milyonları; öyle gönül rahatlığıyla yüzlü, binli, on binli sayılar telaffuz edememek ne fena ne hazin ve ne trajik bir durum!
★★
Bitirmeden...
Belki bir bakıma az evvel göz gezdirdiğiniz içerikle de ilgili olabilecek bir söz, bir alıntı:
“Neden artık halk içinde daha az karışıyorsun?” sorusuna Farabi şu cevabını verir: “Zamanın ters, sohbetlerin faydasız, herkesin bezgin ve her başın ayrı bir ağrı taşıdığını görünce evime kapanıp haysiyetimi korumayı seçtim...”
Ama sakın yanlış anlaşılmasın, Farabi ya da batılıların deyişiyle Alpharabius, bugünün sosyal sızılarını tasvir etmiyor. İfade ettiği şey 21. Yüzyıla dönük bir kehanet değil yani. O, sadece kendi çağını, miladın sonrasındaki 870-950 yılları arasını anlatıyor.
Ne diyelim? Vay canına!