
Hacettepe Üniversitesi ile Eskişehir Orhangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi; yazar ve düşünür Sayın Prof.Dr. Ayhan Aydın’la insan, yaşam, felsefe ve eğitim üzerine söyleşimize devam ediyoruz:
Savaşkan İlmak: Sizin üzerinde eğildiğiniz şey, samimiyet üzerine bir ‘tanımlama’ girişimi değil sanırım. Daha çok bir ‘anlama çabasına’ vurgu yapıyorsunuz…

Prof.Dr. Orhan Aydın: İnsanı tanımlama ve açıklama çabalarımız, aslında bir anlamda sonuçsuzdur. İnsan hem bilge hem cahil ve hem korkak hem cesurdur. ‘Bir demet menekşe, bir demet menekşedir; neden tanımlamaya çalışıyoruz ki?’ der ya… Bu tanımlar, formüller… Eğitim sistemimizin en büyük problemi bu. Bizi mahvetti gerçekten. Her şeyin tek bir doğru yanıtının olduğunu düşünmek… Oysa bazen hiç de ciddi örgün bir eğitim almayan bir halk ozanı, Aşık Veysel’i hatırlayalım, ‘Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa…’ diyor. Aşkı bu kadar güzel tanımlayan bir insanın varlığı bile insana gurur veriyor gerçekten. Bilmiyorum ama Veysel, eğitim alsaydı nasıl olurdu, bu kadar güzel cümleler kurabilir miydi? ‘İki kapılı bir handayım, gidiyorum gündüz gece…’ sözü bilgeliğin ta kendisidir. Bu yüzden işte üniversitelere bakınca gerçek anlamda bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. Çünkü tam bir ‘fildişi kule’ olarak çalışıyorlar. Üniversite kitap üretir, kahkaha üretir, neşe üretir, patent üretir, marka üretir… Yani tıpta, mühendislikte, eğitimin her alanında… Bir akşam da örneğin öğretmenleri eğitim hakkında konuşurken görebilmek güzel bir şeydir, değil mi televizyonlarda? Sonra ev hanımlarının ekonomi konuştuğu bir program düşünün lütfen. Bu anlamda derin bir yabancılaşma yaşıyoruz ve sanki birileri özel olarak bizi yönetmeli, biz de sürekli yönetilmeliyiz. ‘İzonami’ diye bir kavram var Yunan felsefesinde, aslında hükmedilmek, yönetilmek de bir beklentiden hareketle oluşturuluyor. İşte tam da bu noktada eğitim, insanın kendini yönetmesidir. Bu içsel özgürlük, Atatürk’ün dediği gibi ‘Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir’… Ne kadar güzel bir tanım, değil mi? Kim böyle anlatabilir kendi kişiliğini? Özgürlük ve bağımsızlık… Öğretmenler için de ne güzel şeyler söyler, değil mi? ‘Milletleri kurtaracak, yalnız ve ancak öğretmenlerdir’… Öğretmen arkadaşlarımızın da dünyanın en saygın mesleğinin mensubu olduklarını bilerek yaşamaları gerekir. Ama burdan bakınca en büyük öğretmenler, çocuklardır. Yaşamı ustaca yaşarlar. Masum, doğal ve içtenliklidirler. Merak ve hayret duygularıyla doludurlar. İşte yaşlanmak, hatta psikolojik anlamda ölümü yaşamak, tam da bu duyarsızlık, kayıtsızlık noktasında anlam kazanıyor. Onun için yaşadın mı hayatın hakkını vereceksin. Ne diyor yine şair: ‘Yaşamak ne güzel şey, be hey Taranta Babu! Yaşamak, anlayarak bir usta kitap gibi, bir çocuk gibi şaşarak yaşamak…’
Bizim görevimiz yaşamaktır, yaşamı seyretmek değil. Yaşamı formüllere, tanımlara sığdırmak değil! İnsan olmak da şudur: Hiçbirimiz tümüyle masum ya da suçlu değiliz. Ne deniyordu yine; suçlanan kadına ‘Kim masumsa elindeki taşı önce o atsın!’ deyince herkes elindeki taşı bırakmış ya… İşte eğitim budur.
Masum değiliz hiçbirimiz!
*
S.İ: Öyleyse?..
Prof.Dr. Orhan Aydın: Yine çocuklara dönecek olursak Andersen’in o ünlü masalında ‘Kral çıplak!’ diyen, bir çocuktur. Özetle yaşam, bence tersine yaşanıyor. Keşke çocuk kalabilsek! İşte eğitim de yazma sanatı da tam da bu noktada anlam kazanıyor. Tekrar masumiyete, yani cennete dönebilmek. Doğal ve saf duygularla hayatı kucaklayabilmek. Birbirimize benzemek değil, farklı olan yanlarımızı öne çıkarmak... Kişilik aslında birbirimize benzeyen yanlarımızın değil, farklı olan yanlarımızın bir ifadesidir ki kendine yazar diyebilmesi de bir insanın sadece yazı yazmakla mümkün değildir. Yazmak, yarına kalan bir mesaj olarak da değerlendirilebilir. Böyle bir sorumluluk duygusuyla yazmaya çalışmışımdır. Umarım bütün bunlar farklı şekillerde yansıma bulur. Bu, sadece yaşadığımız zaman dilimleri için değil. Ben, düşünce tarihi gibi kitaplar yazdım. Özellikle felsefe ve psikoloji üzerine odaklandım biliyorsunuz.
Neden derseniz, o büyük adamların hikâyelerinin birileri tarafından öğrenilmesini istiyordum. Tam da buydu işte bizim sorumluluğumuz. Yani Spinoza’nın insanlar tarafından tanınması gerekir. Kısa bir şey anlatayım izninizle:
15 yaşında, Antalya’da bir yazlık sinemada ‘Kiev’deki Adam’ adlı bir filmi izlemiştim. Alan Bates diye bir aktör oynuyordu. Adam, olağanüstü baskı dönemlerinde, işkence altında sürekli şunu diyordu: ‘Spinoza der ki erdemli olmanın ödülü, erdemli olmaktır!’. Yani ‘Hem erdemli olacaksın hem mutlu olacaksın diye bekleme!’ diyor. Yine baskı altındayken bir başka seferinde şunu söylüyordu: ‘Bir düşünce sırf yığınlar tarafından paylaşılıyor diye doğru olmaz. Bazen gerçeği tek bir adam söyler…’
Ve yine Spinoza der ki ‘Isındığım için mutlu değilim, mutlu olduğum için ısınıyorum…’ Ve bu sözleri duyunca Spinoza’yı çok merak ettim. Yanımda kağıt yoktu ama kalemle ayakkabımın topuğuna Spinoza’nın adını yazmıştım. Ertesi gün şehir kütüphanesine giderek onun Etika’sını aldım. Harika bir kitaptı ama hiçbir şey anlamadım. Yine de şunu düşündüm: Harika bir kitap gerçekten, böyle kitaplar var. Bugün anlamadım ama büyüyünce böyle kitapları okuyup üzerine bir şeyler yazarım.
İlerleyen yıllarda hayatı dolduracak bir şeyler bulmalıydım.
Ve ben Spinoza’yı yazdım…
Öyle bir hikâyesi vardır ki Spinoza’nın, gerçekten gözyaşlarınızı tutamazsınız. 42 yaşında yoksul bir cam yontucusu olarak ölmüştür Amsterdam’ın arka sokaklarında. Zamanının en iyi adamı, ‘zamanının en kötü adamı’ olarak tanıtılmıştır. Ama bakın ondan 500 yıl sonra onun Etika’sını, ‘Ahlak’ adlı kitabını anıyoruz. Bütün üniversite kütüphanelerinde onun kitapları var.
İşte yaşamak böyle bir şeydir. Yine 2500 yıl önce Platon tarafından yazılmış ‘Devlet’ adlı kitap, bugün hangi kütüphaneye gitseniz o kitap vardır. Demek ki yaşamak böyle bir şeydir, başka bir şeydir. Yaşadın mı, hani diyor ya şair ‘Yaşadın mı adam gibi yaşayacaksın. Dağlar gibi dimdik durarak yaşayacaksın…’
Bu kadarı yeterlidir sanıyorum Savaşkan hocam…
***
Rastlantıya bakın ki bu röportajın Pusula’da yayınlandığı gün, hocamın Sınıf Yönetimi adlı kitabını benden ödünç almış genç bir meslektaşım, kitabı iade etmek için okuluma uğradı.
Ona kitabı nasıl bulduğunu sordum. Özetle; öğrendiklerinin eğitim fakültesinde derinlemesine konuşulmamış olmasına hayıflandı.
Ve ben de düşündüm: Vaktiyle bir öğretmen olarak ne kadar kusurlu, ne kadar bilim dışı şeyler yapmışım. Onlar -yanılgılarım, yanlışlarım, kusurlarım, önyargılarım- şimdi çok yüz kızartıcı görünseler de aslında beni onlar biçimlendirmiş. Okudukça anlıyorum ve kendimi ‘tartıyorum’…
Bana yol gösteren bütün eleştirmenlere şükran duyuyorum.
Çok değerli, çok sevgili Orhan Aydın Hocama tam da bu nedenle -hayatıma dokunuş en değerli eleştirmenlerden ve yol göstericilerden biri olduğu için- en iyi dileklerimi ve sonsuz saygılarımı gönderiyorum.
Savaşkan İlmak: Sizin üzerinde eğildiğiniz şey, samimiyet üzerine bir ‘tanımlama’ girişimi değil sanırım. Daha çok bir ‘anlama çabasına’ vurgu yapıyorsunuz…

Prof.Dr. Orhan Aydın: İnsanı tanımlama ve açıklama çabalarımız, aslında bir anlamda sonuçsuzdur. İnsan hem bilge hem cahil ve hem korkak hem cesurdur. ‘Bir demet menekşe, bir demet menekşedir; neden tanımlamaya çalışıyoruz ki?’ der ya… Bu tanımlar, formüller… Eğitim sistemimizin en büyük problemi bu. Bizi mahvetti gerçekten. Her şeyin tek bir doğru yanıtının olduğunu düşünmek… Oysa bazen hiç de ciddi örgün bir eğitim almayan bir halk ozanı, Aşık Veysel’i hatırlayalım, ‘Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa…’ diyor. Aşkı bu kadar güzel tanımlayan bir insanın varlığı bile insana gurur veriyor gerçekten. Bilmiyorum ama Veysel, eğitim alsaydı nasıl olurdu, bu kadar güzel cümleler kurabilir miydi? ‘İki kapılı bir handayım, gidiyorum gündüz gece…’ sözü bilgeliğin ta kendisidir. Bu yüzden işte üniversitelere bakınca gerçek anlamda bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. Çünkü tam bir ‘fildişi kule’ olarak çalışıyorlar. Üniversite kitap üretir, kahkaha üretir, neşe üretir, patent üretir, marka üretir… Yani tıpta, mühendislikte, eğitimin her alanında… Bir akşam da örneğin öğretmenleri eğitim hakkında konuşurken görebilmek güzel bir şeydir, değil mi televizyonlarda? Sonra ev hanımlarının ekonomi konuştuğu bir program düşünün lütfen. Bu anlamda derin bir yabancılaşma yaşıyoruz ve sanki birileri özel olarak bizi yönetmeli, biz de sürekli yönetilmeliyiz. ‘İzonami’ diye bir kavram var Yunan felsefesinde, aslında hükmedilmek, yönetilmek de bir beklentiden hareketle oluşturuluyor. İşte tam da bu noktada eğitim, insanın kendini yönetmesidir. Bu içsel özgürlük, Atatürk’ün dediği gibi ‘Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir’… Ne kadar güzel bir tanım, değil mi? Kim böyle anlatabilir kendi kişiliğini? Özgürlük ve bağımsızlık… Öğretmenler için de ne güzel şeyler söyler, değil mi? ‘Milletleri kurtaracak, yalnız ve ancak öğretmenlerdir’… Öğretmen arkadaşlarımızın da dünyanın en saygın mesleğinin mensubu olduklarını bilerek yaşamaları gerekir. Ama burdan bakınca en büyük öğretmenler, çocuklardır. Yaşamı ustaca yaşarlar. Masum, doğal ve içtenliklidirler. Merak ve hayret duygularıyla doludurlar. İşte yaşlanmak, hatta psikolojik anlamda ölümü yaşamak, tam da bu duyarsızlık, kayıtsızlık noktasında anlam kazanıyor. Onun için yaşadın mı hayatın hakkını vereceksin. Ne diyor yine şair: ‘Yaşamak ne güzel şey, be hey Taranta Babu! Yaşamak, anlayarak bir usta kitap gibi, bir çocuk gibi şaşarak yaşamak…’
Bizim görevimiz yaşamaktır, yaşamı seyretmek değil. Yaşamı formüllere, tanımlara sığdırmak değil! İnsan olmak da şudur: Hiçbirimiz tümüyle masum ya da suçlu değiliz. Ne deniyordu yine; suçlanan kadına ‘Kim masumsa elindeki taşı önce o atsın!’ deyince herkes elindeki taşı bırakmış ya… İşte eğitim budur.
Masum değiliz hiçbirimiz!
*
S.İ: Öyleyse?..
Prof.Dr. Orhan Aydın: Yine çocuklara dönecek olursak Andersen’in o ünlü masalında ‘Kral çıplak!’ diyen, bir çocuktur. Özetle yaşam, bence tersine yaşanıyor. Keşke çocuk kalabilsek! İşte eğitim de yazma sanatı da tam da bu noktada anlam kazanıyor. Tekrar masumiyete, yani cennete dönebilmek. Doğal ve saf duygularla hayatı kucaklayabilmek. Birbirimize benzemek değil, farklı olan yanlarımızı öne çıkarmak... Kişilik aslında birbirimize benzeyen yanlarımızın değil, farklı olan yanlarımızın bir ifadesidir ki kendine yazar diyebilmesi de bir insanın sadece yazı yazmakla mümkün değildir. Yazmak, yarına kalan bir mesaj olarak da değerlendirilebilir. Böyle bir sorumluluk duygusuyla yazmaya çalışmışımdır. Umarım bütün bunlar farklı şekillerde yansıma bulur. Bu, sadece yaşadığımız zaman dilimleri için değil. Ben, düşünce tarihi gibi kitaplar yazdım. Özellikle felsefe ve psikoloji üzerine odaklandım biliyorsunuz.
Neden derseniz, o büyük adamların hikâyelerinin birileri tarafından öğrenilmesini istiyordum. Tam da buydu işte bizim sorumluluğumuz. Yani Spinoza’nın insanlar tarafından tanınması gerekir. Kısa bir şey anlatayım izninizle:
15 yaşında, Antalya’da bir yazlık sinemada ‘Kiev’deki Adam’ adlı bir filmi izlemiştim. Alan Bates diye bir aktör oynuyordu. Adam, olağanüstü baskı dönemlerinde, işkence altında sürekli şunu diyordu: ‘Spinoza der ki erdemli olmanın ödülü, erdemli olmaktır!’. Yani ‘Hem erdemli olacaksın hem mutlu olacaksın diye bekleme!’ diyor. Yine baskı altındayken bir başka seferinde şunu söylüyordu: ‘Bir düşünce sırf yığınlar tarafından paylaşılıyor diye doğru olmaz. Bazen gerçeği tek bir adam söyler…’
Ve yine Spinoza der ki ‘Isındığım için mutlu değilim, mutlu olduğum için ısınıyorum…’ Ve bu sözleri duyunca Spinoza’yı çok merak ettim. Yanımda kağıt yoktu ama kalemle ayakkabımın topuğuna Spinoza’nın adını yazmıştım. Ertesi gün şehir kütüphanesine giderek onun Etika’sını aldım. Harika bir kitaptı ama hiçbir şey anlamadım. Yine de şunu düşündüm: Harika bir kitap gerçekten, böyle kitaplar var. Bugün anlamadım ama büyüyünce böyle kitapları okuyup üzerine bir şeyler yazarım.
İlerleyen yıllarda hayatı dolduracak bir şeyler bulmalıydım.
Ve ben Spinoza’yı yazdım…
Öyle bir hikâyesi vardır ki Spinoza’nın, gerçekten gözyaşlarınızı tutamazsınız. 42 yaşında yoksul bir cam yontucusu olarak ölmüştür Amsterdam’ın arka sokaklarında. Zamanının en iyi adamı, ‘zamanının en kötü adamı’ olarak tanıtılmıştır. Ama bakın ondan 500 yıl sonra onun Etika’sını, ‘Ahlak’ adlı kitabını anıyoruz. Bütün üniversite kütüphanelerinde onun kitapları var.
İşte yaşamak böyle bir şeydir. Yine 2500 yıl önce Platon tarafından yazılmış ‘Devlet’ adlı kitap, bugün hangi kütüphaneye gitseniz o kitap vardır. Demek ki yaşamak böyle bir şeydir, başka bir şeydir. Yaşadın mı, hani diyor ya şair ‘Yaşadın mı adam gibi yaşayacaksın. Dağlar gibi dimdik durarak yaşayacaksın…’
Bu kadarı yeterlidir sanıyorum Savaşkan hocam…
***
Rastlantıya bakın ki bu röportajın Pusula’da yayınlandığı gün, hocamın Sınıf Yönetimi adlı kitabını benden ödünç almış genç bir meslektaşım, kitabı iade etmek için okuluma uğradı.
Ona kitabı nasıl bulduğunu sordum. Özetle; öğrendiklerinin eğitim fakültesinde derinlemesine konuşulmamış olmasına hayıflandı.
Ve ben de düşündüm: Vaktiyle bir öğretmen olarak ne kadar kusurlu, ne kadar bilim dışı şeyler yapmışım. Onlar -yanılgılarım, yanlışlarım, kusurlarım, önyargılarım- şimdi çok yüz kızartıcı görünseler de aslında beni onlar biçimlendirmiş. Okudukça anlıyorum ve kendimi ‘tartıyorum’…
Bana yol gösteren bütün eleştirmenlere şükran duyuyorum.
Çok değerli, çok sevgili Orhan Aydın Hocama tam da bu nedenle -hayatıma dokunuş en değerli eleştirmenlerden ve yol göstericilerden biri olduğu için- en iyi dileklerimi ve sonsuz saygılarımı gönderiyorum.