
Şehirler ve insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sevip sevmemek, bağlanıp bağlanmamak; kalmak ya da kalmamak…
Oralı olmak veya geçerken bir uğramak, nasıldır mesela?
***
Ben mi?
Yaşadığım şehirlerin bazılarını çok sevdim.
Sokakları, sokak hayvanları, ağaçları, kaleleri, kuleleri, iskeleleri, gemileri, tekneleri, tünelleri, evleri, sur duvarları, kaldırımları, parkları, meydanları, bankları, ufukları, manzaraları, inişleri, yokuşları, girişleri, çıkışları, hoşlandığım daha bir yığın ayrıntısı…
Adeta büyüledi beni.
Ama insanlarını -daha doğrusu insanlarının çoğunu- sevemedim o şehirlerin…
İstisnaları bir yana; genel yaşam kültürlerine, fizik-metafizik algılarına, rekabetçi oluşlarına doyumsuzluklarına, geçimsizliklerine, huzursuzluklarına, dolayısıyla da insana-zamana-mekâna dokunuşlarına hiç ama hiç ısınamadım…
Onlar sevimsizlerdi ve onların yaşadığı şehirler de layık olmayanların işgal ettiği yerler gibiydi.
Özetle; bazı şehirleri çok sevdim ama o bazı şehirlerin insanlarını hiç sevemedim.
***
Öte yandan yaşadığım bazı şehirleri de hiç sevmedim…
Uyumsuz kalabalıkları, denizi boğup ağaçları linç etmiş yapıları, çürümüş insan kokusu saçan pazar yerleri, tüketme-öteleme-linç etme üzerine kurulu kültürleri, zamana yenik düşmüşlükleri, darlıkları, sığlıkları, ufuksuzlukları, estetiksizlikleri, duygusuzlukları, duyarsızlıkları, çöküşleri, çözülüşleri; beni, oralarda yaşadığım istisnasız her gün huzursuz etti.
Tezata bakın ki bu kez de sevemediğim o şehirlerin insanlarını çok sevdim…
Hepsini olmasa da çoğunu…
Kafanız karıştı değil mi?
İyi insanlar ama kötü şehirler… Çelişki değil mi bu?
O sevimsiz şehri, o sevimli insanlar biçimlendirmiyorlar mıydı?
Şehir-insan ilişkisinin bu çelişik boyutunu herhalde en iyi sosyal-psikologlar açıklayabilir. Ya da belki de bir şehir planlayıcısı, bir mühendis… Çünkü insanın değişim dinamikleriyle; öte yandan yerel yönetim kültürüyle ve imar yasalarıyla, belediyecilikle, hatta genel anlamda ülkede egemen olan göç, istihdam, eğitim, imar ve şehirleşme politikalarla da ilgili oldukça karmaşık bir durum bu…
Ama ben, problemin çözümüne başka yollardan ulaşmayı denedim. Klasik konforla ilişkisi olmayan, daha çok ‘duygu ve haz temelli’ bir denklem kurdum:
Sevmediğim o şehirlerdeki çok sevdiğim o insanların coğrafyayla birlikte tüm fiziksel ve iklimsel koşulları da alt eden insanüstü mücadelelerini, destansı kararlılıklarını, gelenek ve yenilik arasında dövüle dövüle çelikleşmiş müthiş cesaretlerini, sorunlarla boğuşurken geliştirdikleri inanılmaz çözüm yollarını, yaratıcılıklarını, merhametlerini, iyimserliklerini, tüm alışkanlıklarını, dipsiz ve kapkara bir yoksulluk içinde ışıldayan cömertliklerini, buna rağmen eşsiz mizah anlayışlarını, sanat sevgilerini, her koşulda eğlenebilmelerini ve sonra yeniden, bıraktıkları yerden aynı mücadeleye, aynı ciddiyetle dönüşlerini hep hayranlıkla izledim…
Onlara imrendim.
Onlar gibi olabilmeyi çok isterdim…
Ama zor!
Kolay olan, şehrin soyut tarafını bunların biçimlendirdiğini anlayabilmekti. Onu yapabildim…
***
Ama dedim ya, yine de büyük çelişki !
‘Hem her yer cennet hem her yer cehennem’ durumu bu…
Diğer yandan, ben bunları düşünüyorum ama içinde yaşadığım şehirler ve o şehirlerde tanıştığım insanlar, benim hakkımda ne düşünmüşlerdi acaba?
Bilmiyorum…
Aykırı bulmuşlardır, sevmemişlerdir beni muhtemelen.
Kim bilir?
Onlara sormak lazım.
***
Evet, asıl soru neydi?
‘Şehirler ve insanlar hakkında siz de böyle hissediyor musunuz?’
Bu konu sizin kafanızı da kurcalıyor mu?
Bir zamanlar yaşadığınız veya şimdi yaşamakta olduğunuz şehir ve şehrin insanları…
Size neler hissettiriyor?
Yaşadığınız şehir ve o şehrin insanı, sizin tanık olduğunuz zaman kesiti içinde nasıl veya hangi yönde değişti? Yoksa değişen hiçbir şey yok mu?
Peki, siz böyle olmasından memnun musunuz?
Neden?..
Yazın bana; soru(lar)dan ne anladıysanız onu anlatın.
Elektronik posta adresim: yasarken@gmail.com
Sizin şehir ve insanla, dolayısıyla da kültür ve uygarlıkla, belki de sıla ve gurbetle ilgili algı ve izlenimlerinize bu köşede yer vereyim…
Memnuniyetle.
Hadi, buyrun !..
Sevip sevmemek, bağlanıp bağlanmamak; kalmak ya da kalmamak…
Oralı olmak veya geçerken bir uğramak, nasıldır mesela?
***
Ben mi?
Yaşadığım şehirlerin bazılarını çok sevdim.
Sokakları, sokak hayvanları, ağaçları, kaleleri, kuleleri, iskeleleri, gemileri, tekneleri, tünelleri, evleri, sur duvarları, kaldırımları, parkları, meydanları, bankları, ufukları, manzaraları, inişleri, yokuşları, girişleri, çıkışları, hoşlandığım daha bir yığın ayrıntısı…
Adeta büyüledi beni.
Ama insanlarını -daha doğrusu insanlarının çoğunu- sevemedim o şehirlerin…
İstisnaları bir yana; genel yaşam kültürlerine, fizik-metafizik algılarına, rekabetçi oluşlarına doyumsuzluklarına, geçimsizliklerine, huzursuzluklarına, dolayısıyla da insana-zamana-mekâna dokunuşlarına hiç ama hiç ısınamadım…
Onlar sevimsizlerdi ve onların yaşadığı şehirler de layık olmayanların işgal ettiği yerler gibiydi.
Özetle; bazı şehirleri çok sevdim ama o bazı şehirlerin insanlarını hiç sevemedim.
***
Öte yandan yaşadığım bazı şehirleri de hiç sevmedim…
Uyumsuz kalabalıkları, denizi boğup ağaçları linç etmiş yapıları, çürümüş insan kokusu saçan pazar yerleri, tüketme-öteleme-linç etme üzerine kurulu kültürleri, zamana yenik düşmüşlükleri, darlıkları, sığlıkları, ufuksuzlukları, estetiksizlikleri, duygusuzlukları, duyarsızlıkları, çöküşleri, çözülüşleri; beni, oralarda yaşadığım istisnasız her gün huzursuz etti.
Tezata bakın ki bu kez de sevemediğim o şehirlerin insanlarını çok sevdim…
Hepsini olmasa da çoğunu…
Kafanız karıştı değil mi?
İyi insanlar ama kötü şehirler… Çelişki değil mi bu?
O sevimsiz şehri, o sevimli insanlar biçimlendirmiyorlar mıydı?
Şehir-insan ilişkisinin bu çelişik boyutunu herhalde en iyi sosyal-psikologlar açıklayabilir. Ya da belki de bir şehir planlayıcısı, bir mühendis… Çünkü insanın değişim dinamikleriyle; öte yandan yerel yönetim kültürüyle ve imar yasalarıyla, belediyecilikle, hatta genel anlamda ülkede egemen olan göç, istihdam, eğitim, imar ve şehirleşme politikalarla da ilgili oldukça karmaşık bir durum bu…
Ama ben, problemin çözümüne başka yollardan ulaşmayı denedim. Klasik konforla ilişkisi olmayan, daha çok ‘duygu ve haz temelli’ bir denklem kurdum:
Sevmediğim o şehirlerdeki çok sevdiğim o insanların coğrafyayla birlikte tüm fiziksel ve iklimsel koşulları da alt eden insanüstü mücadelelerini, destansı kararlılıklarını, gelenek ve yenilik arasında dövüle dövüle çelikleşmiş müthiş cesaretlerini, sorunlarla boğuşurken geliştirdikleri inanılmaz çözüm yollarını, yaratıcılıklarını, merhametlerini, iyimserliklerini, tüm alışkanlıklarını, dipsiz ve kapkara bir yoksulluk içinde ışıldayan cömertliklerini, buna rağmen eşsiz mizah anlayışlarını, sanat sevgilerini, her koşulda eğlenebilmelerini ve sonra yeniden, bıraktıkları yerden aynı mücadeleye, aynı ciddiyetle dönüşlerini hep hayranlıkla izledim…
Onlara imrendim.
Onlar gibi olabilmeyi çok isterdim…
Ama zor!
Kolay olan, şehrin soyut tarafını bunların biçimlendirdiğini anlayabilmekti. Onu yapabildim…
***
Ama dedim ya, yine de büyük çelişki !
‘Hem her yer cennet hem her yer cehennem’ durumu bu…
Diğer yandan, ben bunları düşünüyorum ama içinde yaşadığım şehirler ve o şehirlerde tanıştığım insanlar, benim hakkımda ne düşünmüşlerdi acaba?
Bilmiyorum…
Aykırı bulmuşlardır, sevmemişlerdir beni muhtemelen.
Kim bilir?
Onlara sormak lazım.
***
Evet, asıl soru neydi?
‘Şehirler ve insanlar hakkında siz de böyle hissediyor musunuz?’
Bu konu sizin kafanızı da kurcalıyor mu?
Bir zamanlar yaşadığınız veya şimdi yaşamakta olduğunuz şehir ve şehrin insanları…
Size neler hissettiriyor?
Yaşadığınız şehir ve o şehrin insanı, sizin tanık olduğunuz zaman kesiti içinde nasıl veya hangi yönde değişti? Yoksa değişen hiçbir şey yok mu?
Peki, siz böyle olmasından memnun musunuz?
Neden?..
Yazın bana; soru(lar)dan ne anladıysanız onu anlatın.
Elektronik posta adresim: yasarken@gmail.com
Sizin şehir ve insanla, dolayısıyla da kültür ve uygarlıkla, belki de sıla ve gurbetle ilgili algı ve izlenimlerinize bu köşede yer vereyim…
Memnuniyetle.
Hadi, buyrun !..