
1881-1942 yılları arasında yaşamış Avusturyalı yazar Stefan Zweig, 41 yaşında kaleme aldığı uzun öykü Amok Koşucusu’nda, eriştiği olgunluk düzeyinin de etkisiyle, insan direncinin sınırını tanımlayan harika bir tespitte bulunur:
‘İnsan, her şeyini kaybettiğinde, elinde kalan son şey için umutsuzca savaşır…’
★★
Amok Koşucusu, adını Uzakdoğu'da bir tür cinnet hâlini târif etmek için kullanılan ‘amok’ tâbirinden alıyor ve Endonezya'da görev yapan Avrupalı bir hekimin, ülkesine dönüş yolculuğu sırasında gemide karşılaştığı bir başka yolcuya başından geçenleri anlatması etrafında gelişiyor.
Ve fakat bizim konumuz o öykü değil, öyküde geçen -yazımın başında alıntıladığım- cümlenin bize ne anlattığı, ne öğütlediği…
Konumuz, en azından yazar olarak benim konum, bu…
★★
Düşünsenize, ‘her şeyi kaybetmek’ nasıl bir şeydir?
Ama Zweig’a göre ‘elde kalan son bir şey’ var…
O, ne olabilir mesela?
Bir umut kırıntısı ya da bir anı, intikam hırsı mı? Olabilir mi?
Diyelim ki bir umut kırıntısı… Peki bu, yine de umutsuzca savaşmak için yeterli mi? Dahası; hem bir umut kırıntısı hem de umutsuzca savaşmak; bu bir çelişki değil mi? Belki öyledir.
Ama ben daha çok yazarın ‘umutsuzca’ sözcüğünün ardına gizlediği, dolayısıyla bize anlatmayı değil sezdirmeyi seçtiği şeyin Türkçede ‘ölümüne’ sözcüğüyle karşılanan şey olduğunu düşünüyorum.
‘Ölümüne mücadele etmek, ölümüne savaşmak’…
gibi…
★★
Tarih bunun destansı örnekleriyle dolu ama siz, kendi mütevazı hayatınızda hiç öyle yaptınız mı?
Kendi derinizi yırtıp dışarıya bir kahraman olarak fışkırmak…
Ölümüne tutunmak bir şeye ve o şey uğruna ölümüne mücadele etmek…
Deneyimleriniz arasında böyle bir şey de var mı?
Hemen ‘Hayır’ demeyin!
Öyle şeyler sadece roman veya film kahramanlarına özgü değil.
Ailesinin geçimi için canını dişine takan, sudan sebeplerle işini kaybeden, rızkına mâni olunan ama her şeye rağmen pes etmeyi aklının ucundan geçirmeyen kimseler, ölümüne mücadelenin en güzel örneklerini sergilerler.
Ve onlardan, dışarıda o kadar çok var ki…
Onurluca ayakta kalabilmek için, çalmadan çırpmadan, gasp etmeden, birini veya birilerini sömürmeden, üç kuruş kazanca kanaat ederek yaşayanlar.
Belki biri de sizsiniz.
Ve belki Zweig’in o müthiş cümlesi sizi anlatıyordur, Amok Koşucusu’yla uzaktan yakından ilginiz olmasa da…
★★
Neyse…
Efendim, eğer bir emekçiyseniz…
Rantla, entrikayla, hileyle hurdayla değil de alın terinizle, emeğinizle, onurunuzla geçinip gidiyorsanız…
O zaman 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüz kutlu olsun!
Eskisi gibi ‘İşçi Bayramı’ demek geçiyor içimden. Daha romantik, daha nostaljik ve daha içi dolu bir şey; ama şimdi resmi adı bu: Emek ve Dayanışma Günü
Ne diyelim?
Emeğinizin karşılığını alacağınız ve aç kalmadan, insanca yaşayabileceğiniz bir yaşamınız olsun…
Emeğinizin karşılığını hakça alabilmek için küçülmek, ezilmek, tükenmek, diz çökmek zorunda olmayacağınız; sömürülmeyeceğiniz, dinleneceğiniz, saygı göreceğiniz; ücretinizin, tazminatınızın, itibarınızın (h)iç edilmeyeceği nice günleriniz olsun sevgili emekçi kardeşlerim…
Bugünün bize bayramları bile unutturan çetin koşullarında da Allah ayrıca yardımcınız olsun!
★★
Ve bitirmeden bir özel not:
Bu, benim Pusula’da yayımlanan 700’üncü yazım; bir dönüm noktası benim için…
13 Eylül 2012’de Pusula yayımlanan ilk yazımdan (Okul kapısı) Haziran-2015’e (Sloven Bilic’ten futbol dışı dersler) kadar tam 270 yazım yayımlandı gazetemiz Pusula’da. 2015 yılı Haziran ayında Pusula dijital formatını değiştirdi ve arşivindeki tüm köşe yazılarım da o değişimle birlikte silinip sıfırlandı.
O günden bugüne Pusula’da 429 yazım daha yayımlandı. Bundan bir önceki yazım (Gözünüzü kapatın bir) bu köşede okuduğunuz 699’uncu yazımdı. Pusula okurlarıyla 700’üncü buluşmam, okumakta olduğunuz yazıya denk geldi.
Bu, bir tür ‘Dalya’ olmanın ötesinde hem 9 yıldır sürdürdüğüm gönüllü ve karşılıksız bir sosyal sorumluluk eylemi hem de tarifsiz bir şeref benim için. Madalya gibi bir şey…
Bana bu şerefi, gururu, bahtiyarlığı, velhasıl ‘deneyimi’ yaşama olanağı sunan başta dünden bugüne Pusula gazetesinin sahipleri ve yayın yöneticileri olmak üzere; hemen her sayıda nazımı-kahrımı çeken çok sevgili İrfan Tarakçıoğlu ağabeyime (ona yaştan değil, hürmetten ağabeyi demekteyim), sonra tek tek tüm Pusula çalışanlarına ve bugüne dek e-postalarıyla, sosyal medya mesajlarıyla, mütebessim ve hoşsohbet sokak karşılaşmalarıyla bana enerji veren, güdüleyen, beni daha iyi yazmaya teşvik eden çok sevgili Pusula okurlarına teşekkür ederim.
Öyleyse devam diyorum!..
Bu güzel yolculuk ne kadar daha sürecek?
Ona da birlikte bakacağız…
‘İnsan, her şeyini kaybettiğinde, elinde kalan son şey için umutsuzca savaşır…’
★★
Amok Koşucusu, adını Uzakdoğu'da bir tür cinnet hâlini târif etmek için kullanılan ‘amok’ tâbirinden alıyor ve Endonezya'da görev yapan Avrupalı bir hekimin, ülkesine dönüş yolculuğu sırasında gemide karşılaştığı bir başka yolcuya başından geçenleri anlatması etrafında gelişiyor.
Ve fakat bizim konumuz o öykü değil, öyküde geçen -yazımın başında alıntıladığım- cümlenin bize ne anlattığı, ne öğütlediği…
Konumuz, en azından yazar olarak benim konum, bu…
★★
Düşünsenize, ‘her şeyi kaybetmek’ nasıl bir şeydir?
Ama Zweig’a göre ‘elde kalan son bir şey’ var…
O, ne olabilir mesela?
Bir umut kırıntısı ya da bir anı, intikam hırsı mı? Olabilir mi?
Diyelim ki bir umut kırıntısı… Peki bu, yine de umutsuzca savaşmak için yeterli mi? Dahası; hem bir umut kırıntısı hem de umutsuzca savaşmak; bu bir çelişki değil mi? Belki öyledir.
Ama ben daha çok yazarın ‘umutsuzca’ sözcüğünün ardına gizlediği, dolayısıyla bize anlatmayı değil sezdirmeyi seçtiği şeyin Türkçede ‘ölümüne’ sözcüğüyle karşılanan şey olduğunu düşünüyorum.
‘Ölümüne mücadele etmek, ölümüne savaşmak’…
gibi…
★★
Tarih bunun destansı örnekleriyle dolu ama siz, kendi mütevazı hayatınızda hiç öyle yaptınız mı?
Kendi derinizi yırtıp dışarıya bir kahraman olarak fışkırmak…
Ölümüne tutunmak bir şeye ve o şey uğruna ölümüne mücadele etmek…
Deneyimleriniz arasında böyle bir şey de var mı?
Hemen ‘Hayır’ demeyin!
Öyle şeyler sadece roman veya film kahramanlarına özgü değil.
Ailesinin geçimi için canını dişine takan, sudan sebeplerle işini kaybeden, rızkına mâni olunan ama her şeye rağmen pes etmeyi aklının ucundan geçirmeyen kimseler, ölümüne mücadelenin en güzel örneklerini sergilerler.
Ve onlardan, dışarıda o kadar çok var ki…
Onurluca ayakta kalabilmek için, çalmadan çırpmadan, gasp etmeden, birini veya birilerini sömürmeden, üç kuruş kazanca kanaat ederek yaşayanlar.
Belki biri de sizsiniz.
Ve belki Zweig’in o müthiş cümlesi sizi anlatıyordur, Amok Koşucusu’yla uzaktan yakından ilginiz olmasa da…
★★
Neyse…
Efendim, eğer bir emekçiyseniz…
Rantla, entrikayla, hileyle hurdayla değil de alın terinizle, emeğinizle, onurunuzla geçinip gidiyorsanız…
O zaman 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüz kutlu olsun!
Eskisi gibi ‘İşçi Bayramı’ demek geçiyor içimden. Daha romantik, daha nostaljik ve daha içi dolu bir şey; ama şimdi resmi adı bu: Emek ve Dayanışma Günü
Ne diyelim?
Emeğinizin karşılığını alacağınız ve aç kalmadan, insanca yaşayabileceğiniz bir yaşamınız olsun…
Emeğinizin karşılığını hakça alabilmek için küçülmek, ezilmek, tükenmek, diz çökmek zorunda olmayacağınız; sömürülmeyeceğiniz, dinleneceğiniz, saygı göreceğiniz; ücretinizin, tazminatınızın, itibarınızın (h)iç edilmeyeceği nice günleriniz olsun sevgili emekçi kardeşlerim…
Bugünün bize bayramları bile unutturan çetin koşullarında da Allah ayrıca yardımcınız olsun!
★★
Ve bitirmeden bir özel not:
Bu, benim Pusula’da yayımlanan 700’üncü yazım; bir dönüm noktası benim için…
13 Eylül 2012’de Pusula yayımlanan ilk yazımdan (Okul kapısı) Haziran-2015’e (Sloven Bilic’ten futbol dışı dersler) kadar tam 270 yazım yayımlandı gazetemiz Pusula’da. 2015 yılı Haziran ayında Pusula dijital formatını değiştirdi ve arşivindeki tüm köşe yazılarım da o değişimle birlikte silinip sıfırlandı.
O günden bugüne Pusula’da 429 yazım daha yayımlandı. Bundan bir önceki yazım (Gözünüzü kapatın bir) bu köşede okuduğunuz 699’uncu yazımdı. Pusula okurlarıyla 700’üncü buluşmam, okumakta olduğunuz yazıya denk geldi.
Bu, bir tür ‘Dalya’ olmanın ötesinde hem 9 yıldır sürdürdüğüm gönüllü ve karşılıksız bir sosyal sorumluluk eylemi hem de tarifsiz bir şeref benim için. Madalya gibi bir şey…
Bana bu şerefi, gururu, bahtiyarlığı, velhasıl ‘deneyimi’ yaşama olanağı sunan başta dünden bugüne Pusula gazetesinin sahipleri ve yayın yöneticileri olmak üzere; hemen her sayıda nazımı-kahrımı çeken çok sevgili İrfan Tarakçıoğlu ağabeyime (ona yaştan değil, hürmetten ağabeyi demekteyim), sonra tek tek tüm Pusula çalışanlarına ve bugüne dek e-postalarıyla, sosyal medya mesajlarıyla, mütebessim ve hoşsohbet sokak karşılaşmalarıyla bana enerji veren, güdüleyen, beni daha iyi yazmaya teşvik eden çok sevgili Pusula okurlarına teşekkür ederim.
Öyleyse devam diyorum!..
Bu güzel yolculuk ne kadar daha sürecek?
Ona da birlikte bakacağız…