
İnsan, niye yazar?
Ben, niye yazıyorum?
***
Dar anlamıyla:
Pusula Gazetesi’nde yazıyorum; çünkü bu benim için bir sosyal sorumluluk meselesi. Memleketimde, Erzurum’da ve doğunun 14 farklı ilinde matbu biçimde dağıtılan -bununla birlikte network aracılığıyla tüm dünyada okunabilen- bir gazeteye, hayata dair ve sıklıkla da eğitim üzerine yazılar yazarak o 14 ildeki öğrencilere, velilere, fedakâr meslektaşlarıma ulaşıyorum. Onlarla birlikte, aynı doğrultuda bir şeyler yaptığımı, ruhumla orada bulunduğumu, ülkem için son derece hayatî bir gelişime karınca kararınca ortak olduğumu hissediyorum. Bu kesinlikle müthiş bir imkân... Bu imkâna kavuşmuş olmak bana yetiyor ve yazdıklarımın karşılığında bundan başka da hiç kimseden, hiçbir şey almıyorum ve beklemiyorum.
15 Eylül 2012’de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin o günkü hâl-i pür melâli üzerine yazdığım ‘Kaybeden Kim?’ başlıklı yazımla başlayan ve bugün altıncı yılına giren, gazetemin hayatıyla yaşıt ‘Pusula Yazarlığı’ serüvenim bana çok şeyler kattı.
Ne mutlu bana ki yazdıklarım, bazen muhteşem yankılar doğuruyor; öğrencilerle, velilerle, fedakâr meslektaşlarımla duygularımın karşılıklı olduğunu biliyorum. Bir sabah Hakkarili bir öğrenciden, bir başka sabah Bitlis’te görev yapan genç bir öğretmenden, sonraki gün Tunceli’den, Erzincan’dan, Ağrı’dan; sıcacık, her şeye rağmen umut dolu insanlardan mektuplar alıyorum…
Sorular, yanıtlar, eleştiriler, yöntem aktarımları, her sabah sıcak çay ve simit lezzetinde söyleşiler…
Bunlar, paha biçilemez şeyler.
Hayatımın diğer tarafındaki ayrıntıları ve zenginliği küçümsemiyorum; ama bu taraf…
İşte tam da bu taraf, beni ülkeme, ülke gerçeklerine, toplumuma, toplumsal sorunlara ve ütopyalara yakın yaşatıyor.
***
Daha geniş anlamıyla:
Yazıyorum; çünkü hiç kuşku duymadan söyleyebiliyorum ki yazmak, öğrenmenin sayısız yollarından biridir. Okumak gibi, dinlemek gibi, izlemek gibi, gezip görmek gibi, denemek gibi…
Ben, en iyi yazarak öğreniyorum. Bazılarınızın ‘İnsan, bilmeden yazar mı hiç? Nasıl olur yazdıktan sonra öğrenmek?’ dediğini duyar gibiyim.
Hayır, söylemek istediğim şey o değil.
Yazarken, daha doğrusu yazmaya başlamadan önce, hakkında yazmaya karar verdiğim konuyla ilgili yaptığım araştırmaları kastediyorum. Aldığım notları, arayıp görüştüğüm uzmanları, danıştığım bilirkişileri; politik, bürokratik, akademik çevrelerden kişilerle tanışmamı, karıştırdığım kitapları kastediyorum. Bütün o devinim, ben bir konu hakkında yazmaya karar verdiğimde başlıyor.
Mesela…
Pusula’nın altı yıllık sadık okurları belki anımsayacaktır, 2 Kasım 2012 günü, ben Pusula’da yazmaya henüz başlamışken yayımlanan ‘Ölümün adresi: Aksukapı’ başlıklı bir yazım vardı. O yazı, Kazakistan El Farabi Devlet Üniversitesi Uluslararası Ekonomi Bölümü mezunu değerli ağabeyim ve 2012’de Ardahan Milletvekili olarak parlamentoda bulunan Ensar Öğüt’le söyleşiden doğmuştu. Daha sonra Sayın Öğüt, Erzurum-Oltu karayolu üzerindeki ‘ölüm geçidi’ Aksukapı hakkında TBMM’ye bir soru önergesi verdi. Benim önerge tartışılırken yaptığım görüşmeler, derlediklerim, incelediğin dosyalar, yaptığım yazışmalar da işte o 500 sözcüklük makaleyi doğurmuştu. Tabii benim yazım, plazma düzeyinde sıkıştırılmış bir öz durumundaydı.
Ne mutlu bize ve ne mutlu duyarlı siyasetçilere, bürokratlara ki bugün, aradan beş yıl geçtikten sonra Aksukapı farklı bir durumda.
Ya da en azından öyle olma yolunda…
Pusula’ya yazdığım hemen hemen her yazının işte buna benzer bir perde arkası ve bağbozumu vardır.
***
Sonuç…
Yazmak, sadece öğrenmenin değil, hayatı istediğimiz yönde değiştirmenin de bir yoludur.
Hem de çok kullanışlı bir yoludur…
Başka yazarları bilmem ama ben, yazdıkça hayatımın değiştiğini hissediyorum. Statüm, konumum, yetkilerim değil; ama çevrem, ben yazmayı sürdürdükçe değişiyor.
Ve çevresi, insanın hayatının yarısıdır.
Bunu anlayacak kadar yaşadım.
Hayatlarımızın diğer yarısı ise içimizde sakladığımız gizli dünyalardır.
Kimileri cür’et eder, her şeyi göze alır, o gizli dünya hakkında da yazar ve bazen de o dünyayı çok çok iyi hikâye eder.
İşte büyük yazar, büyük bilge olmanın, klasikleşmenin sınırı oradadır.
Yıllardır, türlü şeyler -şiirler, anlatılar, kısa hikâyeler, denemeler, makaleler, fıkralar vs vs- yazmama ve onların bir kısmını yayımlanan üç kitabımda biriktirmiş olmama rağmen hâlâ kendini aşamamış, kendi yazdıklarını hiç beğenmeyen bir yazar olmamı ben buna bağlıyorum:
Henüz kendi gizli dünyamı betimleyecek kudretim yok.
Ne zaman öyle olurum, daha doğrusu öyle olabilir miyim, bunu bilmiyorum.
Şimdilik yazmakla ve yazarken öğrenmekle yetiniyorum.
Ben, niye yazıyorum?
***
Dar anlamıyla:
Pusula Gazetesi’nde yazıyorum; çünkü bu benim için bir sosyal sorumluluk meselesi. Memleketimde, Erzurum’da ve doğunun 14 farklı ilinde matbu biçimde dağıtılan -bununla birlikte network aracılığıyla tüm dünyada okunabilen- bir gazeteye, hayata dair ve sıklıkla da eğitim üzerine yazılar yazarak o 14 ildeki öğrencilere, velilere, fedakâr meslektaşlarıma ulaşıyorum. Onlarla birlikte, aynı doğrultuda bir şeyler yaptığımı, ruhumla orada bulunduğumu, ülkem için son derece hayatî bir gelişime karınca kararınca ortak olduğumu hissediyorum. Bu kesinlikle müthiş bir imkân... Bu imkâna kavuşmuş olmak bana yetiyor ve yazdıklarımın karşılığında bundan başka da hiç kimseden, hiçbir şey almıyorum ve beklemiyorum.
15 Eylül 2012’de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin o günkü hâl-i pür melâli üzerine yazdığım ‘Kaybeden Kim?’ başlıklı yazımla başlayan ve bugün altıncı yılına giren, gazetemin hayatıyla yaşıt ‘Pusula Yazarlığı’ serüvenim bana çok şeyler kattı.
Ne mutlu bana ki yazdıklarım, bazen muhteşem yankılar doğuruyor; öğrencilerle, velilerle, fedakâr meslektaşlarımla duygularımın karşılıklı olduğunu biliyorum. Bir sabah Hakkarili bir öğrenciden, bir başka sabah Bitlis’te görev yapan genç bir öğretmenden, sonraki gün Tunceli’den, Erzincan’dan, Ağrı’dan; sıcacık, her şeye rağmen umut dolu insanlardan mektuplar alıyorum…
Sorular, yanıtlar, eleştiriler, yöntem aktarımları, her sabah sıcak çay ve simit lezzetinde söyleşiler…
Bunlar, paha biçilemez şeyler.
Hayatımın diğer tarafındaki ayrıntıları ve zenginliği küçümsemiyorum; ama bu taraf…
İşte tam da bu taraf, beni ülkeme, ülke gerçeklerine, toplumuma, toplumsal sorunlara ve ütopyalara yakın yaşatıyor.
***
Daha geniş anlamıyla:
Yazıyorum; çünkü hiç kuşku duymadan söyleyebiliyorum ki yazmak, öğrenmenin sayısız yollarından biridir. Okumak gibi, dinlemek gibi, izlemek gibi, gezip görmek gibi, denemek gibi…
Ben, en iyi yazarak öğreniyorum. Bazılarınızın ‘İnsan, bilmeden yazar mı hiç? Nasıl olur yazdıktan sonra öğrenmek?’ dediğini duyar gibiyim.
Hayır, söylemek istediğim şey o değil.
Yazarken, daha doğrusu yazmaya başlamadan önce, hakkında yazmaya karar verdiğim konuyla ilgili yaptığım araştırmaları kastediyorum. Aldığım notları, arayıp görüştüğüm uzmanları, danıştığım bilirkişileri; politik, bürokratik, akademik çevrelerden kişilerle tanışmamı, karıştırdığım kitapları kastediyorum. Bütün o devinim, ben bir konu hakkında yazmaya karar verdiğimde başlıyor.
Mesela…
Pusula’nın altı yıllık sadık okurları belki anımsayacaktır, 2 Kasım 2012 günü, ben Pusula’da yazmaya henüz başlamışken yayımlanan ‘Ölümün adresi: Aksukapı’ başlıklı bir yazım vardı. O yazı, Kazakistan El Farabi Devlet Üniversitesi Uluslararası Ekonomi Bölümü mezunu değerli ağabeyim ve 2012’de Ardahan Milletvekili olarak parlamentoda bulunan Ensar Öğüt’le söyleşiden doğmuştu. Daha sonra Sayın Öğüt, Erzurum-Oltu karayolu üzerindeki ‘ölüm geçidi’ Aksukapı hakkında TBMM’ye bir soru önergesi verdi. Benim önerge tartışılırken yaptığım görüşmeler, derlediklerim, incelediğin dosyalar, yaptığım yazışmalar da işte o 500 sözcüklük makaleyi doğurmuştu. Tabii benim yazım, plazma düzeyinde sıkıştırılmış bir öz durumundaydı.
Ne mutlu bize ve ne mutlu duyarlı siyasetçilere, bürokratlara ki bugün, aradan beş yıl geçtikten sonra Aksukapı farklı bir durumda.
Ya da en azından öyle olma yolunda…
Pusula’ya yazdığım hemen hemen her yazının işte buna benzer bir perde arkası ve bağbozumu vardır.
***
Sonuç…
Yazmak, sadece öğrenmenin değil, hayatı istediğimiz yönde değiştirmenin de bir yoludur.
Hem de çok kullanışlı bir yoludur…
Başka yazarları bilmem ama ben, yazdıkça hayatımın değiştiğini hissediyorum. Statüm, konumum, yetkilerim değil; ama çevrem, ben yazmayı sürdürdükçe değişiyor.
Ve çevresi, insanın hayatının yarısıdır.
Bunu anlayacak kadar yaşadım.
Hayatlarımızın diğer yarısı ise içimizde sakladığımız gizli dünyalardır.
Kimileri cür’et eder, her şeyi göze alır, o gizli dünya hakkında da yazar ve bazen de o dünyayı çok çok iyi hikâye eder.
İşte büyük yazar, büyük bilge olmanın, klasikleşmenin sınırı oradadır.
Yıllardır, türlü şeyler -şiirler, anlatılar, kısa hikâyeler, denemeler, makaleler, fıkralar vs vs- yazmama ve onların bir kısmını yayımlanan üç kitabımda biriktirmiş olmama rağmen hâlâ kendini aşamamış, kendi yazdıklarını hiç beğenmeyen bir yazar olmamı ben buna bağlıyorum:
Henüz kendi gizli dünyamı betimleyecek kudretim yok.
Ne zaman öyle olurum, daha doğrusu öyle olabilir miyim, bunu bilmiyorum.
Şimdilik yazmakla ve yazarken öğrenmekle yetiniyorum.