
Hazrec ve Evs, Ensar’ın iki büyük kabilesiydi. Evs kabilesinin birçok boyundan birisi olan Amr b. Avfoğulları, Medine’ye yaklaşık üç mil uzaklıktaki Kubâ denilen yerde oturuyorlardı. İlk mescit orada inşa edilmiş, ilk cuma namazı burada kılınmış, hicret esnasında Hz. Peygamber (sav) de on dört gün kadar burada ikamet etmiş ve cemaate imamlık yapmıştır. Efendimiz Medine de iken bu boyun (Amr b. Avfoğulları) kendi aralarında kavga ettikleri ve birbirlerini yaraladıkları haberi gelmişti. Hz. Peygamber (sav) durumu araştırdı. İşin ciddi olduğunu anlayınca. Öğle namazını kıldırır kıldırmaz yanına ashâbından bazılarını alarak, kardeş kavgasına son vermek üzere yola koyuldular. Kubâ’daki duruma göre ikindi namazını kıldırmak için geç kalabilirdi. Müezzini Bilâl’i çağırdı ve “Bilâl, ikindi namazı vakti gelir de ben gelemezsem Ebû Bekir’e (ra) söyle namazı kıldırsın.” dedi. Bilâl de öyle yaptı. İkindi vakti girdiğinde Hz. Peygamber (sav) henüz dönmemişti. Bilâl, Hz. Ebû Bekir’e durumu anlattı ve “Namazı kıldırır mısın?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir kabul etti ve öne geçip imam oldu. Namaz kıldıkları sırada Resûl-i Ekrem geldi. Cemaatin arasından ön safa doğru ilerledi. Hz. Ebû Bekir’in arkasında bir yere durdu. Kendini tam anlamıyla namaza veren ve etrafıyla ilgilenmeyen Hz. Ebû Bekir (ra) bunu fark etmemişti. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Resûlullah’ın geldiğini ona haber vermek için elleriyle ses çıkardılar. Hz. Ebû Bekir (ra) olağanüstü bir şey olduğunu anlayınca dönüp baktı ve Resûlullah’ı (sav) gördü. Derhâl makamı sahibine teslim etmek üzere geri çekilmeye yeltendi, ancak Resûlullah (sav) namaza devam etmesini işaret etti. Namazdan sonra Hz. Peygamber (sav) ellerle ses çıkarmanın yanlış olduğunu söyledikten sonra Hz. Ebû Bekir’e (ra) döndü ve “Ey Ebû Bekir! Sana namaza devam et diye işaret ettiğim zaman, neden yerinde kalmadın?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir’in (ra) verdiği cevap, hem onun Allah Resûlü’ne olan saygısını hem de imamet makamında liyakatin ve ehliyetin önemini vurgular nitelikteydi: “Çünkü Ebû Kuhâfe’nin oğlunun Resûlullah’ın önünde durup namaz kıldırması uygun olmazdı.” (Nesâî, İmâmet,15 )
İşte imamlık böyle bir şey, namazda ve dışarıda toplumun önünde olmaktır. Onların dertleriyle ilgilenmek, sevinçlerini paylaşmaktı. Ve imamlık, Peygamber Efendimizin (sav) Hz. Ebû Bekir’e vekâlet verdiği son hastalığındaki günden itibaren (Müslim, Salat,97) ümmetinin bazı fertlerine yüklenmiş bir nebevî vazife ve bir peygamber emaneti olmuştur.
İslâm’da ilk imam, Hz. Peygamber’dir. O da bu görevi Cebrail’den (as) öğrenmiştir. Kaynaklarımızda Mi’rac’a çıkarken Hz. Peygamber’in (sav), bütün peygamberlere imamlık yaptığı da zikredilmektedir. Hayatta kaldığı müddetçe imamlık yapmaya devam eden Sevgili Peygamberimiz (sav) zaman zaman çevre kabilelere bazı sahâbîlerini imam olarak görevlendirmiş ve Medine’de olmadığı zamanlarda yerine imamlık edecek kimseleri vekil tayin etmiştir.(DİB Hadislerle İslam, cilt 2,say 202)
İmamlık, nebevî bir hizmettir. İmamlığın mukaddes bir görev olması da Peygamber Efendimizin vazifesini ve emanetini devam ettirmek ve bir nevi onu temsil etmekten kaynaklanmaktadır. Bu sebeple bütün din hizmetlerinde olduğu gibi imamlıkta da asıl olan, emanetin ağırlığının şuurunda olup, temsil ettiğimiz makamın hakkını verebilmektir. Âlimler peygamberlerin vârisleri olduklarına göre, bilgi/ilim yönünden, namaz kıldıracakları topluluğun en yetkini olmaya gayret edecekleri gibi amel bakımından da güzel bir örneklik sergilemek durumundadır. Çünkü imam namazda önder olduğu gibi ilim ve vakarıyla da topluma öncülük etme gibi bir manevi sorumluluğu da vardır. Efendimiz (sav) zaman zaman Allah katında mükâfatlandırılacaklar arasında “kendisinden razı olunan imamları” (Tirmizi, Birr,54 ) da zikretme, müjdesi de sorumluluk noktasında bizleri daha da titiz davranmaya sevk etmektedir.
Sonuç olarak, mihrap Peygamber Efendimizin (sav) makamıdır. Onun burayı Hz. Ebû Bekir’e devretmesiyle de artık imamlık yapan kişi onun bir vekili ve temsilcisi gibidir. Dolayısıyla imam, namazda önde olduğu gibi, toplumsal hayatta da önde olmalıdır. İmamlarımız insanların dinini öğrenmesinde, namazında, doğumunda, ölümünde, mevlidinde, evliliğinde, kısacası bütün önemli, sevinçli ve hüzünlü günlerinde onlarla birliktedir. Topluma iyiliği öğretmede, çocuğumuza güzel ahlâkı aşılamada, komşuluk hukukumuzu hatırlamada, birbirimizi sevmede, toplumsal dayanışmada imamların büyük katkısı hepimizce malumdur. Bizlerde bu vesileyle (1-7 Ekim “Camiler ve Din Görevlileri Haftası) olduğunu hatırlatarak bu haftanın, Nebevi Emaneti en güzel şekilde koruyup ve ebediyete irtihal eden İmamlarımıza Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyorum. Hayattaki Din gönüllüsü kardeşlerimize de sağlık afiyet ve huzur diliyorum. Minarelerimizden yükselen yüce daveti ve namazın aydınlığını ülkemizin üzerinden eksik etmesin.
İşte imamlık böyle bir şey, namazda ve dışarıda toplumun önünde olmaktır. Onların dertleriyle ilgilenmek, sevinçlerini paylaşmaktı. Ve imamlık, Peygamber Efendimizin (sav) Hz. Ebû Bekir’e vekâlet verdiği son hastalığındaki günden itibaren (Müslim, Salat,97) ümmetinin bazı fertlerine yüklenmiş bir nebevî vazife ve bir peygamber emaneti olmuştur.
İslâm’da ilk imam, Hz. Peygamber’dir. O da bu görevi Cebrail’den (as) öğrenmiştir. Kaynaklarımızda Mi’rac’a çıkarken Hz. Peygamber’in (sav), bütün peygamberlere imamlık yaptığı da zikredilmektedir. Hayatta kaldığı müddetçe imamlık yapmaya devam eden Sevgili Peygamberimiz (sav) zaman zaman çevre kabilelere bazı sahâbîlerini imam olarak görevlendirmiş ve Medine’de olmadığı zamanlarda yerine imamlık edecek kimseleri vekil tayin etmiştir.(DİB Hadislerle İslam, cilt 2,say 202)
İmamlık, nebevî bir hizmettir. İmamlığın mukaddes bir görev olması da Peygamber Efendimizin vazifesini ve emanetini devam ettirmek ve bir nevi onu temsil etmekten kaynaklanmaktadır. Bu sebeple bütün din hizmetlerinde olduğu gibi imamlıkta da asıl olan, emanetin ağırlığının şuurunda olup, temsil ettiğimiz makamın hakkını verebilmektir. Âlimler peygamberlerin vârisleri olduklarına göre, bilgi/ilim yönünden, namaz kıldıracakları topluluğun en yetkini olmaya gayret edecekleri gibi amel bakımından da güzel bir örneklik sergilemek durumundadır. Çünkü imam namazda önder olduğu gibi ilim ve vakarıyla da topluma öncülük etme gibi bir manevi sorumluluğu da vardır. Efendimiz (sav) zaman zaman Allah katında mükâfatlandırılacaklar arasında “kendisinden razı olunan imamları” (Tirmizi, Birr,54 ) da zikretme, müjdesi de sorumluluk noktasında bizleri daha da titiz davranmaya sevk etmektedir.
Sonuç olarak, mihrap Peygamber Efendimizin (sav) makamıdır. Onun burayı Hz. Ebû Bekir’e devretmesiyle de artık imamlık yapan kişi onun bir vekili ve temsilcisi gibidir. Dolayısıyla imam, namazda önde olduğu gibi, toplumsal hayatta da önde olmalıdır. İmamlarımız insanların dinini öğrenmesinde, namazında, doğumunda, ölümünde, mevlidinde, evliliğinde, kısacası bütün önemli, sevinçli ve hüzünlü günlerinde onlarla birliktedir. Topluma iyiliği öğretmede, çocuğumuza güzel ahlâkı aşılamada, komşuluk hukukumuzu hatırlamada, birbirimizi sevmede, toplumsal dayanışmada imamların büyük katkısı hepimizce malumdur. Bizlerde bu vesileyle (1-7 Ekim “Camiler ve Din Görevlileri Haftası) olduğunu hatırlatarak bu haftanın, Nebevi Emaneti en güzel şekilde koruyup ve ebediyete irtihal eden İmamlarımıza Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyorum. Hayattaki Din gönüllüsü kardeşlerimize de sağlık afiyet ve huzur diliyorum. Minarelerimizden yükselen yüce daveti ve namazın aydınlığını ülkemizin üzerinden eksik etmesin.