
27 Mart’a yaklaşıyor, ama neşe dolamıyor insan. Nedenini 2007’de yayınladığı karşı bildiride Ferhan Şensoy açıklıyor.
“27 Mart Tiyatrocular için bir bayram günü değildir. Pazartesiye denk gelirse tiyatrocuların tatil günüdür, tiyatro kapalıdır...”
Ancak içerisinde bulunduğu durum ne olursa olsun, (pandemi perdelerimizi kapatmış, salonların sessiz çığlıkları her yanı sarmış) bir kaç gün sonra 27 Mart; tiyatronun sessizliğini bozmak zorunda olduğu gün. Özellikle kaç yıldır kapısına bile uğrayamadığımı düşünülürse Her yıl yayınlanan bildirilerin b irinde dünyada bu sessizliği, Kanadalı Sanatçı Robert Lepage bozuyor, evrensel bildirisiyle.
“…Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire, içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı’yı ve ölümlüyü…
Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma, her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir?...
Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz. Ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz.”
Lepage, anlamlı, anlaşılır, kısa cümlelerle tiyatroyu ve dünyayı anlatmış. Neredeyse tamamını buraya aldığım bildiri, hem hayata hem de tiyatronun hayatı selamlamak için kullandığı dile ne kadar yakın olmuş.
Dünyanın en büyük sorunlarından daha büyük bir sorun değil mi ‘hoşgörüsüzlük’ sizce de?
Dünya Tiyatro Günü dolayısıyla her yıl bir de ulusal bildiri yayınlanır. Aynı yıl onu da l, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni, Yazar, Şair ve Yönetmen Orhan Alkaya kaleme almıştı.
“Bu geçitten, binlerce yıllık ayrışık kültürel zenginliğimizle süzülmek, dünya köyüne, kendi oyun oynama birikimimizle akmak üzereyiz. Küçük bir köyde yaşıyoruz. Köyün bilgeleri ve onların söylenceleri, uzun, durağan hayat önermelerini kışkırtıyor, hepimizi tekçi dayatmalardan koruyup sakınıyor, yaşamak böyle anlam kazanıyor. Çünkü başlangıçta hayat şekilsizdir. Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi?...”
Gerçekçi olalım, tiyatro için her şey kötü gidiyor. Kapalı gişe oynadığını söyleyen tiyatrolar (bugünlerde çok azalsa da), televizyonun şöhretini kullanıyor. İsimsiz tiyatro kahramanları, arenada aslanın önüne atılmış gladyatörler gibi…
Bunların hepsi doğru, ancak dünyanın da bir felakete doğru sürüklenmediğini kimse bana söyleyemez. Yoksa bu ikisi arasında, derin bir bağ mı var?
“27 Mart Tiyatrocular için bir bayram günü değildir. Pazartesiye denk gelirse tiyatrocuların tatil günüdür, tiyatro kapalıdır...”
Ancak içerisinde bulunduğu durum ne olursa olsun, (pandemi perdelerimizi kapatmış, salonların sessiz çığlıkları her yanı sarmış) bir kaç gün sonra 27 Mart; tiyatronun sessizliğini bozmak zorunda olduğu gün. Özellikle kaç yıldır kapısına bile uğrayamadığımı düşünülürse Her yıl yayınlanan bildirilerin b irinde dünyada bu sessizliği, Kanadalı Sanatçı Robert Lepage bozuyor, evrensel bildirisiyle.
“…Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire, içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı’yı ve ölümlüyü…
Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma, her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir?...
Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz. Ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz.”
Lepage, anlamlı, anlaşılır, kısa cümlelerle tiyatroyu ve dünyayı anlatmış. Neredeyse tamamını buraya aldığım bildiri, hem hayata hem de tiyatronun hayatı selamlamak için kullandığı dile ne kadar yakın olmuş.
Dünyanın en büyük sorunlarından daha büyük bir sorun değil mi ‘hoşgörüsüzlük’ sizce de?
Dünya Tiyatro Günü dolayısıyla her yıl bir de ulusal bildiri yayınlanır. Aynı yıl onu da l, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni, Yazar, Şair ve Yönetmen Orhan Alkaya kaleme almıştı.
“Bu geçitten, binlerce yıllık ayrışık kültürel zenginliğimizle süzülmek, dünya köyüne, kendi oyun oynama birikimimizle akmak üzereyiz. Küçük bir köyde yaşıyoruz. Köyün bilgeleri ve onların söylenceleri, uzun, durağan hayat önermelerini kışkırtıyor, hepimizi tekçi dayatmalardan koruyup sakınıyor, yaşamak böyle anlam kazanıyor. Çünkü başlangıçta hayat şekilsizdir. Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi?...”
Gerçekçi olalım, tiyatro için her şey kötü gidiyor. Kapalı gişe oynadığını söyleyen tiyatrolar (bugünlerde çok azalsa da), televizyonun şöhretini kullanıyor. İsimsiz tiyatro kahramanları, arenada aslanın önüne atılmış gladyatörler gibi…
Bunların hepsi doğru, ancak dünyanın da bir felakete doğru sürüklenmediğini kimse bana söyleyemez. Yoksa bu ikisi arasında, derin bir bağ mı var?