Üniversiteyi kazanmış, kaydımı yaptırmıştım. Artık bir yükseköğretim öğrencisiydim. Hayatımın yeni bir evresine adım atarken içimde heyecanla karışık bir merak vardı. Erzurum’da, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin geniş koridorları, bana yalnızca akademik bir yolculuk değil, aynı zamanda bir hayat mektebi vadediyordu.
Fakültede 1 ve 12 numaralı sınıflar tarih bölümü öğrencileri için ayrılmıştı. Sınıfımız, fakültenin iki kat üstündeydi; kantin ise alt kattaydı. O kantin... Bugün bile hatırladıkça yüzümde bir tebessüm beliriyor. Ne sohbetler etmiştik orada, ne ders tekrarları yapmıştık. Kimimiz sınav kaygısını anlatmıştı, kimimiz hayatla ilgili hayallerini. Sadece bir yeme içme alanı değil, dostlukların pekiştiği, dertlerin paylaşıldığı, geleceğe dair umutların filizlendiği bir buluşma noktasıydı bizim için.
İlk birkaç ayın ardından sınıfta herkes yavaş yavaş birbirini tanımaya başlamış, yeni dostluklar kurulmuştu. Her ders, yeni bir hocayla tanışmak demekti. Akademik anlamda hem heyecanlı hem de biraz zorlu bir başlangıçtı bizim için. İlk haftalarda arkadaşların en çok zorlandığı iki ders öne çıkmıştı: Osmanlıca ve İlkçağ Tarihi.
Ama nedense bu iki ders benim için diğerlerinden daha kolay gelmişti. Belki ilgimden, belki de lise yıllarında edindiğim altyapıdan dolayıydı. İlk sınavlar açıklandığında en yüksek notları bu iki dersten almıştım. Bu başarıyı elbette yalnızca kendime borçlu değildim. Osmanlıca konusunda bana yol gösteren, yön veren kıymetli hocamız Besim Özcan'dı. Onun desteğini ve tavsiyelerini hiç unutmam. Umarım ilerleyen yazılarımda kendisine özel olarak da yer vereceğim.
1996 ile 2000 yılları arasında tarih bölümü öğrencisi olarak birçok kıymetli hocadan çok şey öğrendik. Aldığımız bilgiler sadece sınavlarda değil, hayata karşı duruşumuzda da rehberimiz oldu.
Bir sonraki yazımda, hâlâ birçok konuda kendime örnek aldığım, ilmî derinliğiyle bizi etkileyen ve yönlendiren değerli hocamız Erol Kürkçüoğlu’nu anlatacağım.