Takvim yaprakları birer birer yaprak döker gibi dökülüyor… Zaman akıp gidiyor. Her şey değişiyor; insanlar, şehirler, mevsimler… Hatta biz bile fark etmeden dönüşüyoruz. Geriye ise yalnızca anılar kalıyor. Kalpte bir sızı, dudakta buruk bir tebessüm, gözlerde uzaklara dalan bir bakış…
1995-1996 eğitim-öğretim yılının birinci döneminde Erzurum Lisesi’nden mezun oldum. O yıllarda “kredi sistemi” vardı ve bu sistem sayesinde okuldan biraz erken ayrıldık. İkinci dönemde artık okula gitmiyordum. Mezuniyetin verdiği bir serinlik vardı üzerimde ama içten içe bir boşluk da hissediyordum. Çalışıyor muydum? Evet. Ama yeterince mi? Hayır. Belki gençliğin umursamazlığı, belki hayatın kendi akışı beni savurmuştu.
Üniversite sınavları o yıllarda iki aşamalıydı. İlk sınav Nisan ayında yapılırdı. Ardından üç aylık bir bekleyişten sonra ikinci sınava, tercih listemizle birlikte girerdik. Zihnimde çok net: Beklemek, o yaşta insana yıllar gibi gelir. Belirsizlikle geçen her gün, içini kemiren bir endişe…
Rahmetli Hanifi Amcam o süreçte sık sık yanıma gelir, içtenlikle bir isteğini dile getirirdi:
“Bizden bir hukukçu daha çıksın evlat…”
Onun gözlerinde bana dair büyük bir umut vardı. Ama ben o yıl yeterince hazır değildim. Hanifi Amca’nın hayal ettiği gibi bir hukuk fakültesi olmasa da, içimde başka bir tutku filizleniyordu: Tarih.
Bu yüzden tercihlerim arasına tarih ve coğrafya bölümlerini de yazdım. Belki hukuk olmayacaktı ama yine de geçmişin izini sürmek, bu toprağın hikâyesine tanık olmak beni derinden etkiliyordu.
Sınavlara girdim. Ardından uzun bir bekleyiş... Boş durmamak için hastanede geçici bir işe başladım. Hayatın farklı yüzleriyle orada karşılaştım. Beyaz önlüklü insanların sessiz telaşı, koridorlarda yankılanan umut ve endişe… İlk kez kitapların dışındaki hayatı orada derinlemesine hissettim.
Ağustos ayıydı. Tercihler açıklanmıştı. O gün hastanedeydim, nöbetteydim. İçimde tarif edilmez bir heyecan. İzin alıp doğruca dershaneye koştum. O yıllarda sonuçlara gazetelerden bakılırdı. Elime gazeteyi aldım, numaramı buldum… Oradaydı. Listede adım vardı. Kazanmıştım.
O anda nereye girdiğimin bile önemi yoktu. Sadece kazanmış olmak yetmişti. Kalbimdeki yük bir anda dağıldı. Ardından kazandığım bölüme gözüm takıldı:
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Gözlerim doldu. Sanki hayat önümde yeni bir kapı açıyordu. Geçmişle geleceğin arasında bir köprü olacaktım artık. Koşarak eve döndüm. Anneme ve babama haber verdim. Annem sevinç gözyaşları döktü, babam sessizce başını salladı. Belki çok konuşmadılar ama o gün o evde kalpten kalbe çok şey söylendi.
Üniversite hayatım başlamıştı. Erzurum’un soğuğunda ısınmaya çalışan genç bir yürek olarak kampüse adım attım. Yeni bir hayat, yeni dostluklar, yeni yalnızlıklar ve derin sorularla karşılaştım. Fakat bu yolculuğu anlamlı kılan en önemli şey, karşılaştığım hocalar oldu.
İyi ki yollarımız kesişti dediğim çok kıymetli hocalarımız vardı bu süreçte:
Alpaslan Ceylan, Erol Kürkçüoğlu, Süleyman Çiğdem, İbrahim Aykun, Besim Özcan, Hasan Geyikoğlu, Selçuk Günay, İskender Yılmaz, Dündar Aydın, Yavuz Arslan, İbrahim Ethem Atnur, Cemil Kutlu, Gürsoy Solmaz, Selami Kılıç ve Enver Konukçu...
Her biri bize yalnızca tarih öğretmedi. Hayatı öğrettiler. Duruşu, düşünmeyi, konuşmayı… Saygıyı, sabrı, araştırmayı… Onlar sayesinde bilgi sadece bir metin değil, karaktere dönüşen bir yol haritasıydı.
Ve yıllar sonra dönüp baktığımda, her birinin ses tonu, sınıftaki hâlleri, bir cümleleri hâlâ kulağımda yankılanır. İyi ki vardılar. İyi ki bize dokundular.
Bugün geçmişe baktığımda, Erzurum’un gri bulutları altında yeşeren hayallerimi, titreyen umutlarımı ve yorgun ama mutlu gülüşlerimi hatırlıyorum. Her şey geçiyor ama bazı izler kalıyor.
Çünkü bazı günler vardır; takvime yazmazsın, kimse bilmez ama senin hayatını değiştiren, seni sen yapan günlerdir onlar.
Ve işte o günlerden biri, benim için bir Ağustos sabahıydı…