Her zamanki gibi İnşirah Sahaf’ta, kitapların arasında kaybolmuş, Nizamettin Abi’yle çay eşliğinde muhabbet ediyorduk. Kitapların kokusu, raflardaki sessizlik, fondaki hafif klasik müzikle birleşince mekân, bir zaman tüneline dönüşmüştü sanki. Tam o sırada dükkâna benden yaşça büyük bir büyüğümüz girdi. Selamlaştık, ayaküstü birkaç kelime ettik. Adının Sebahattin olduğunu öğrendiğim bu beyefendi, güler yüzlü, konuşkan, samimi biriydi. Kendini hemen sevdiren bir havası vardı. Sohbet ilerledikçe soyadını da öğrendim: “Sakat.” İtiraf etmeliyim, bu soyadı karşısında bir an duraksadım. Bugüne dek böyle bir soyadla karşılaşmamıştım. O ise, benim şaşkınlığımı fark etmiş olacak ki, hafif bir tebessümle masanın kenarına ilişti: — Gel hoca, sana anlatacaklarım var. Bu soyadı öyle rastgele konmadı.
Ben de merakla yanına geçtim. Nizamettin Abi de masanın öbür köşesinden bize eşlik etti. Sebahattin Bey cebinden telefonunu çıkardı ve bize eski bir fotoğraf gösterdi: — İşte dedem... Sizinle de paylaşmak istedim. (Dün ki gazete de yayınladığımız fotoğraf) Fotoğraf oldukça eskiydi. Siyah beyazdı ama netti. Tahta bir kapının önünde dimdik duran bir asker görünüyordu. Başında kalpağı, üzerinde düzgünce giyilmiş ceketi... Sol kolu yoktu. Duruşunda ise mağrurluk, kararlılık ve vakur bir sükûnet vardı. Gözleri kameraya değil, sanki tarihin derinliklerine bakıyordu.
Sebahattin Bey anlatmaya başladı:
— Dedem Erzurum’un düşman işgalinden kurtuluşu sırasında milis güçlerle birlikte çatışmalara katılmış. Henüz otuzlu yaşlardayken bir çatışmada koluna isabet eden kurşun nedeniyle sol kolu kesilmek zorunda kalmış. O günden vefat ettiği 1938 yılına kadar hep tek kolla yaşadı. Ama bir kez olsun bundan şikâyet ettiğini duyan olmamış.
Bir süre sessiz kaldı, sonra devam etti:
— 1934’te Soyadı Kanunu çıktığında memurlar dedeme de sormuşlar: “Ne olsun soyadınız, dede?”
Dedem başını dik tutup şöyle demiş: “Benim soyadım SAKAT olsun.” Memurlar şaşırmış: “Yahu dede, bu nasıl soyadı, ağır olmaz mı?” Dedem hiç tereddüt etmeden yanıtlamış: “Bu, vatana verdiğim kolun simgesidir. Benden sonraki nesil bu soyadla yaşasın, ama şunu da hep bilsin: Dedeleri bir kolunu bu vatan için kaybetti.” O an sanki dükkânın duvarları bile duygulanmıştı. Kitaplar sessizdi, çay bardakları buharını dondurmuş gibiydi. O soyad artık sıradan bir kelime değil, bir fedakârlığın, bir duruşun, bir hafızanın simgesiydi bizim için.
Sebahattin Bey’in gözleri hafifçe dolmuştu ama o, konuşmaya devam etti:
— Dedem tek koluyla sadece savaşı değil, hayatı da sırtlandı hocam. Dürüsttü, çalışkandı.
Nizamettin Abi hafifçe başını salladı, sonra usulca konuştu:
— Biliyor musun, bu tür hikâyeler bizim asıl kimliğimiz. Bu topraklar, kolunu, bacağını, evladını verenlerin omuzlarında yükseldi.
Sebahattin Bey tekrar söze girdi:
— Bugün hâlâ bazıları soyadımızı duyunca şaşırıyor. Hatta bazen üzülerek soruyorlar, “Değiştirmeyi düşünmediniz mi?” diye... Ama biz her defasında diyoruz ki: Biz bu soyadıyla gurur duyuyoruz. Çünkü bu soyadın harflerinde kan var, fedakârlık var, vatan sevgisi var. Ben elimdeki çayı masaya bırakıp, iki elimle onun elini tuttum:
— Allah senden ve o dedenden razı olsun Sebahattin Abi. Bize unuttuğumuz bir değeri hatırlattın.
O gün İnşirah Sahaf’ta bir kitap alınmadı belki ama büyük bir ders alındı. O eski fotoğraf, o eski kapının önündeki duruş ve o tek kollu ihtiyarın soyadı, bizim için yeni bir hafızaya dönüştü. Artık ne zaman bir kitaplığın önünde dursam, o fotoğrafı hatırlarım. Ve içimden şu cümle geçer:
“Bir milletin hafızası, sadece kitaplarda değil; soyadlarında, yaralarında, duruşlarında gizlidir.”
Emeğimize sağlık kıymetli hocam. Soyadlarımiz hem tarihimiz hemde karakterimizdir.
Kıymetli hocam soy ismimiz hakikaten kimligimizdir. Selam ve dua ile