“Bazı şehirler insanın içine işler, bazı insanlar ise bir ömre iz bırakır. Erzurum soğuğuyla üşütürken, Gürsoy Hoca yüreğimizi ısıtan isim oldu. Ve bir gün, biz o yüce gönüllü insanın evine boya değil, sevgimizi taşımaya gittik...”
Bazı anılar vardır; üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin, hatırlandığında insanın yüzünde mahcup bir tebessüm belirir. Ne zaman tiner kokusunu duysam, aklıma hemen o gün gelir: Gürsoy Hoca’nın evini boyamaya kalkıştığımız ve evin duvarından çok gönlünü boyadığımız o unutulmaz gün…
Doksanlı yıllardı. Biz Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğrencileriydik. Erzurum’un ayazını da, sobasında ısıttığı samimi dostluğunu da yudum yudum içimize çektiğimiz yıllar… Henüz yolun başındaydık ama hayallerimiz büyüktü. Her birimizin yüreğinde tarih sevgisiyle harmanlanmış bir vatan sevdası vardı.
Osman Ankara’dan, Mustafa Sinop’tan, Mahmut Urfa’dan, Mehmet Antalya’dan, Harun Maraş’tan... Ve elbette ben, Erzurum’dan. Farklı coğrafyalardan gelip aynı sıralarda omuz omuza vermiş, aynı öğretmene kulak kesilmiş, aynı dava için yola çıkmıştık. Ortak noktamız sadece tarih değildi; Gürsoy Hoca’ya olan gönül bağımızdı. Çünkü o, bize sadece Osmanlı’yı, Selçuklu’yu, İslam tarihini öğretmedi. Hayatın kendisini anlattı. Bir öğretmen değil, bir yol gösterici, bir gönül mimarıydı o.
Bir gün dedik ki, “Hocamızın evini boyayalım, ona küçük bir sürpriz yapalım.”
Fikir Mehmet’ten çıktı. Her zamanki gibi iddialıydı: “Ben bu işi hallederim!”
O güne kadar fırçayı sadece yazı tahtasında görmüş ellerimizle, boyacı kimliğine büründük. 25 kilo boya, bolca tiner… Ne renk belliydi ne oran. Ama heyecanımız her şeyin üstündeydi.
Gürsoy Hoca’nın evine girdiğimizde, sanki sadece duvar değil, yılların yorgunluğunu da silip süpüreceğimizi düşündük. Ama olmadı. Renk tutmadı, kıvam olmadı. Bir odayı bile boyayamadan, tiner kokusuyla bastık evi. Güzelleştirelim derken daha karmaşık hale getirdik. Ellerimiz yüzümüz boya içinde, birbirimize baka baka hem gülüyor hem utanıyorduk.
Ama Hoca…
O yüzünü asmadı. Sesini yükseltmedi. Gözleriyle baktı, kalbiyle gördü.
"Çocuklar," dedi yavaşça, "Siz zaten en güzel rengi getirdiniz: gönül rengini…”
İşte o an anladık biz, mesele boya değildi. Mesele bir fırçanın ucundan değil, yüreğin derinliklerinden geçen samimiyetti. O gün biz bir evi değil, bir anıyı boyadık. Fırçamızla değil belki, ama muhabbetimizle dokunduk duvarlara.
Zaman geçti… Hepimiz bir yerlere savrulduk. Kimimiz öğretmen oldu, kimimiz başka mesleklere yöneldi. Ama içimizde hep o günün sıcaklığı kaldı. Kalbimize işlemiş bir anı gibi… Bugün dönüp geçmişe baktığımızda, en çok da o günü hatırlıyoruz. Çünkü o gün, öğretmen ve öğrencinin arasına zamanın giremediğini, gönül bağının fırça izlerinden daha kalıcı olduğunu öğrendik.
Gürsoy Hoca, siz bizim hayatımıza sadece bilgi değil, umut, şefkat ve insanlık kattınız.
İyi ki vardınız.
İyi ki o yıllarda bizim yolumuzu aydınlattınız.
Ömrünüz uzun olsun, her daim ışığınız üzerimizde parlasın.
O gün biz yapamadık belki ama siz gönlümüzü ustalıkla boyadınız…