Ey topraktan yaratılan insan! Kanadı kırık serçenin yarasını sar ki, senin iman kanadına da merhem koyan olsun. İhtiyaç sahipleri ve acizlerin duasına mazhar ol ki, onların inleyişi Arş'ı titretir. Irmak gibi akamıyorsan da çeşme gibi gözünün yaşını akıt, garipler testilerini doldursun. Allah için bir boncuk ver, ona mukabil bir avuç inci al…
İslam devletinin başında hak ve adalet Güneşi Hazret-i Ömer (ra) vardı. O Ömer ki, Nebiler Sultanı'nın (sav) ifadesiyle "Cennet ehlinin kandilidir." O Ömer ki, İslam'ın kilidi, adalet tahtının eşsiz sultanıydı.
Bir gün onun huzuruna bir bedevî geldi. Denize batmışın yağmurdan haberi olmadığı gibi, bedevînin de devlet işinden haberi yoktu:
“Ey acizlerin mededkârı, ben çöl adamıyım. Devem çölde hastalanıp kaldı, çoluk çocuğumun rızkı da onun üzerinde. Bana bir deve ver de köyüme gideyim” dedi.
Hazreti Ömer, onu dinledi, ama sözüne de inanmadı:
Sen, dedi, benden deve almak için böyle söylüyorsun.. Sana deve yok.. Haydi işine!..
Kılı kırk yaran Hazret-i Ömer, her isteyene bir deve verecek olsa, devletin hazinesi ne olur? İşi tetkik etmek, eğriyi, doğruyu bilmek gerekti...
Yol üstünde bir karınca ezilse,
Yine Ömer mes'ul, hiç değil kimse!..
Hakikati gören insan, birine zulmettiğinde o zulmü aslında kendi nefsine yaptığını bilir de zulümde ısrar etmez...
O garip adam artık Ömer'in ateşinde ısınmak, pınarından su içmek istemedi. Hemen izi üstüne dönüp çölün yolunu tuttu. Hem kızgın taşlar üstünden bir ceylan gibi sekerek gidiyor, hem de gönül gönül titreyerek bir şiir okuyordu. Şiir arabın suyu ekmeğiydi.. Ne var ki, adalet tahtının sultanı Hazreti Ömer de o garibin peşine düşüvermişti.. Güneş gibi mülk elde etmek herkesin karı değildi. Denize dalan her dalgıç hazine bulamaz. Tahta oturup saltanat süren her sultan da adalet terazisini tam tutamaz...
Hazret-i Ömer, yollara düşmüş, belki de bedevî doğru söylemiştir, diyordu, onu geriden takip edeyim de yolundaki cefa dikenlerini kaldırayım...
Bedevinin Ömer'den haberi yoktu. Fakat gönül yuvasında iman kuşu çırpınıyordu. Halifeye kızacağı yerde acıyor, merhamet ediyor, onun için Cenab-ı Hakk'ın dergahına yüz tutup hıçkırıyordu:
Ey Allahım, ey benim Kerîm Mabudum! Ömer'e müracaat ettim, halimi bildirdim. Ne var ki, o bana inanmadı. Bu hareketinden dolayı günah işledi. Onu bağışla, ona merhamet buyur!..
Bedevînin gönül denizi merhamet dalgalarıyla gürül gürül çağlıyor, Hazreti Ömer için mağfiret talebinde bulunuyordu. Çünkü o bir Asr-ı Saadet Müslümanı idi. Aşk-ı İlahînin kokusu gönül toprağına sinmiş, Efendimiz’in (sav) havuzundan su içmişti...
Hazret-i Ömer, bedevînin gönül deryasından dökülen incileri duyuverince bulut gibi ağlamağa, neyler gibi inlemeye başladı. Sıcak kumlar üstünde nefes nefes koşarak haykırdı:
- Allahım, Allahım, duasını kabul et!..
Yetişip bedevînin eteklerinden tuttu. Sarmaşıkların söğüt dallarını tel tel sıkması gibi onu kucakladı, alnından öptü de dedi ki:
Merhaba ey şeker huylu er, şimdi sana inandım, beni bağışla, bir değil, ihtiyacın kadar deveyi benden al!...
İşte Müslümanın Müslümana merhameti.