1950’li yılların İstanbul’u...
İzmirli gazeteci ağabeyim Mehmet Karabel’in olayı yaşayan tanık Nuri Ertan’dan dinleyip naklettiği bu ‘gerçek olay’, Taksim-Sultanahmet hattında çalışan bir belediye otobüsünde geçiyor:
Taksim’den kalkan otobüs Eminönü durağına gelir, yol boyu da sürekli yolcu alır. Tıka basa doludur. Eminönü’nde tam kapılarını açacakken bir kadının canhıraş sesi duyulur: ‘Şoför bey, sakın kapıları açmayın, cüzdanım çalındı. Otobüste hırsız var!’
Kadın ısrarcıdır, bağırmaya devam eder. Bunun üzerine şoför kapıları açmaz ve yerinden kalkarak kadına ‘Otobüste çalındığına emin misiniz? Çantanızı bir kontrol edin lütfen’ der…
Kadın ‘Biraz önce biletimi almak için cüzdanımı çıkarmıştım, daha sonra yerine koydum ama şimdi yok!’ diye cevap verir.
Şoför bunun üzerine hiddetlenerek ‘Kimse kıpırdamasın, herkesin üzerini arayacağım!’ der.
Şoför önden biletçi arkadan başlayarak yolcuları tek tek aramaya başlarlar. Yarım saat içinde herkes aranmış, yalnızca bir kişi kalmıştır.
Henüz aranmayan o tek yolcu, Binbaşı rütbesinde resmi üniformalı bir Türk subayıdır. Üzerinde de hâkî renkli kalın paltosu vardır.
Şoför ‘Binbaşımı aramaya lüzum yok, bir Türk subayını hırsızlık şüphesi ile asla aramam. Hanımefendi maalesef cüzdanınız bulunamadı’ diyerek kapıları açmak için yerine yönelir. Tam o sırada Binbaşının kendinden emin davudî sesi duyulur: ‘Beni de arayacaksınız, üniformamı töhmet altında bırakmak istemiyorum.’
Şoför saygılı bir ısrarla reddeder, aramak istemez ama Binbaşının ısrarı karşısında geri adım atar. Tam elini Binbaşının paltosunun cebine sokarken arkadaki kalabalığın içinden biri ‘Hayır Komutanımızı aramayın, cüzdanı ben çaldım!” diye atılır….
Biraz hırpani giyimli, saçı sakalı birbirine karışmış ama az evvelki aramadan temiz çıkmış bir adam, kalabalığı yararak kaptana doğru ilerler.
Ve itiraf eder:
‘Cüzdanını çaldığım kadın bağırınca korktum, aranabileceğimi düşünerek de cüzdanı, hiç aranmayacağını bildiğim hemen yanımda bulunan Binbaşının paltosunun cebine bıraktım. Fakat bir Türk subayının hırsızlıktan suçlanmasına gönlüm razı değil. Yankesiciyim, hırsızım ama ben vicdansız değilim!’ diyerek başını önüne eğer.
★★
Burda duralım şimdi: Bu olayda öne çıkan şey nedir?
Şoförün nezaketi…
Subayın asaleti…
Hırsızın vicdanı…
Hepsi !..
Cevap elbette ki ‘hepsi’!
Ve düşünün, yer ve zaman 1950’lerin Türkiye’si…
İkinci Cihan Harbi’nin hemen sonrası...
Uluslararası destek yok, para yok, doğru düzgün bütçe yok, 1973’ten önce Boğaz’da bir tane bile köprümüz yok, 1984’ten önce TEM yok, otoyollar yok, şimdi var olan barajların dörtte üçü ve bugün kalkınmamıza damga vuran marka-tesislerin ve fabrikaların yarıdan fazlası yok, AVM’ler yok, lüks yok, şatafat yok, yok da yok!..
Ama demek ki vicdan çokmuş, insan çokmuş o çağda…
Ve demek ki hırsızın bile vicdanlı; kurumların ve sosyal kimliklerin değerli ve saygın olduğu bir zamanmış…
★★
Fakat muhtemelen bugün de -belki küçük bir azınlık için, belki nesli tükenmekte olan bir kesim için- dünya öyle dönüyordur. Çünkü hâlâ ‘vicdan olunca gerisi bir biçimde hallediliyor’.
★★
Bitirmeden bir de davet:
Eğer Erzurumluysanız...
Yahut Erzurum Lisesi mezunuysanız ve liseli dayanışması sizin için önemliyse...
Ya da hepsinin üzerinde; Erzurumlu olmadığınız halde doğru düzgün, yürekli, vatanperver Erzurumluların ülke yönetiminde güçlü ve etkin biçimde söz hakkı edinmelerini istiyorsanız...
Ve bunlara ek olarak ’bugün herhangi bir vakıfta başkan iseniz veya mensubu olduğunuz vakfın başkanını etkileme potansiyeline sahip iseniz’...
O zaman buyrun lütfen:
Tam da başta okuduğunuz olaydaki vicdanlı insanların yaşayan bir örneği; iki dönem Ankara’da Vakıflar Meclisi üyeliği görevini üstlenen ve bu vadede çok önemli çalışmalara imza atan Erzurumlu hemşehrimiz, Erzurum Lisesi’nden sevgili kardeşimiz Levent Albayrak, iki gün sonra, 7 Aralık 2023 Perşembe günü vakıf başkanlarının 09:00-16:00 saatleri arasında kendi e-devlet şifreleri ile e-devlet sistemine girerek oylarını kullanabilecekleri seçimde adaylar arasında.
O gün siteme girerek onun lehine oy kullanmak, ona destek olmak boynumuzun borcudur.
Sadece Erzurumlu ya da Erzurum Lisesi olduğu için değil elbette; insani özelliklerinden ve liyakatinden, tecrübesinden ötürü de buna gerek var. Teveccühünüz olursa tabii.
Bakın Levent Albayrak kendini nasıl takdim ediyor:
“Türk tarihi, bir ‘vakıf medeniyeti’ gerçeğine sahiptir. Geçmişte sosyal dayanışmanın nüvesi haline gelmiş vakıflarımızın bundan sonra da Türk milletinin çağdaş medeniyetler kurması, millî ülkülerine ulaşması yolunda alacakları rol büyük önem arz etmektedir. Aynı zamanda sivil toplumun önemli bir dinamiği ve katılımcı demokrasinin ayrılmaz parçası olan vakıflarımız, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan ülkemizde demokrasinin ve sosyal dokunun güçlenmesinde de önemli işlevler üstlenmeye devam etmelidirler.
(...)
Bu zamana kadar edindiğim tecrübe ile yeni vakıfların sorunlarının çözümünde, onların hak ve hukuklarının savunulmasında ve ecdat yadigarı vakıf emanetlerinin korunmasında daha da faydalı olacağım düşüncesi ile Vakıflar Meclisi üyeliği için tekrar aday oldum.
(...)
Başta vakıf başkanlarımız olmak üzere eş, dost ve tüm vakıf gönüllülerinin kıymetli desteklerini bekliyorum.”
‘Aday olup taşın altına el koymak Levent’ten, nakletmesi bizden, icabet sizden; hayırlısı olsun!’ deyip bitirelim.