Dünyada az gelişmiş, gelişmemiş dil yoktur, az kullanılmış, çok kullanılmış diller vardır diye genel bir kanaat vardır. Bir dil az kullanıldığı ve o dil ile az eser yazıldığı vakit, o dil doğal olarak gelişmemektedir. Bir millet kendi dili ile yazmak, duygularını kendi dilinin kavramları ile ifade etmek yerine, daha üstün gördüğü bir milletin dili ile yazmaya başladığında kendi ana dilinin zayıflaması, ikinci plana düşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Atalarımızın ilk başlarda ödünç aldığı, sonra sahiplendiği yabancı kelimeler içinde doğan gençlerimizin bazıları, millî bir duyuş ve bilinç tarzı yakalayamadıkları için kendi ana dillerinin zayıf, diğer dillerin ise kelime ve ifade bakımından zengin ve gelişmiş olduğu kanısını taşıyorlar. Bu nedenle kendi dil ve kültüründen utanan bir karaktere dönüşüyorlar. Hatta bazıları ana dillerinin kavramlarının yeterli olmadığından, o dilin eksikliğinden bahsederek Türkçe hakkında olumsuz kanaatlerini dile getiriyorlar.
Bugün Arapça ve İngilizceyi ön plana çıkaran insanlar, aynı psikolojiden beslenmişlerdir. Onlar İngilizce ve Arapçanın mükemmel bir dil olduğunu söylerken Türkçe için küçümseyici eda içine girmekteler.
Hâlbuki bir dil geri kalmış ise bu kusur o dilin değil, o dilin sahiplerinin kusurudur. İnsanlar dillerinden değil kendi karakterlerinden utanmaları ve buna karşı bir tavır sergilemeleri gerekiyor.
İnsanlar bir dilden sadece bir kelime almıyor bazen o kelimenin kültürünü de almış oluyorlar. Hatta alınan kelimenin eş anlamlısı kendi dillerinde var ise kendi kelimeleri ile birlikte kültürleri de yok olmaya başlıyor.
Zamanında dilimize girmiş olan Fransızca “yüznumara” ve Arapça “ücret” kelimeleri kültürümüzün ve dilimizin zenginliğine zarar vermiştir.
Önceden Fransa’da otellerde tuvaletler koridorların sonlarında olur, odalara tek tek numaralar verirlerken tuvaletlere numara verilmez, onlara numarasız manasında 00 olarak işaretlenirmiş. Fransızcadaki numarasız 00 ile 100 numara kelimesi hemen hemen aynı şekilde telaffuz edildiğinden, sans numero - 00 - yanlış anlaşılıp Türkçeye “cent numero” yani 100 numara olarak çevrilmiş ve tuvaletlerin adı “yüznumara” olarak dilimize girmiştir.
Eskiden Fransa’nın sokakları pislik içindeydi. İnsanlar pisliğe basmamak için bazen topuklu ayakkabı giyiyor, pencereden başlarına sürpriz bir pislik atılmaması için şemsiye kullanıyorlardı. Fransa’da parfüm sanayisinin gelişmesinde kötü, pis kokuları giderme amacının etkisi çok büyüktür.
Fransa’da Vasailles (Versay) Sarayı, Fransa krallarından on dördüncü Luis (1643-1715) tarafından yaptırılmaya başlanmıştır. Çok geniş bir alana sahip, 2.300 odalı bu sarayın ilk hâlinde tuvalet ve banyo bulunmamaktaydı. Yaklaşık aynı dönemlerde Osmanlı, 1667 yılında İstanbul’da Papazoğlu Mahallesi’nde bulunan bir mescidin tuvaletinin işletilmesini, temizliğini yürütmek için Tuvalet Vakfı kurmuştu.
Bugün Türkçedeki “tuvalet ve yüznumara” sözcüklerinin Fransızcadan geldiğini gören Fransız halkı ise sanki Türklerin tuvaleti bilmediği ve bunu Fransızlardan öğrendiğini sanmaktadır. Kendi kültürünün temizliğe vermiş olduğu önemden habersiz olan bizim insanımız da tuvalete çıkma kültürünü bizim Fransızlardan aldığımızı düşünmeye başlayacaklardır.
Kullandığımız ücret sözcüğünün yerine Eski Uygur metinlerinde işçinin emeğinin karşılığı anlamına gelen “ter” sözcüğü kullanılmaktaydı. Bu sözcük kendi içinde çok derin bir anlam barındırmakta, insanın alnından akıttığı ter, aynı zamanda emeğin karşılığı olarak algılanmaktaydı. Birisi yaptığı işin karşılığını isterken terimi ver demekteydi. Bu da toplumların çabaya, emeğe verdiği değeri yansıtmaktaydı. Daha sonraları ter sözcüğü yerine Arapça ücret kelimesini kullanmaya başladık. “Ter” sözcüğü de anlam daralması ile sadece deride gözeneklerden çıkan sıvının karşılığı olarak dilimizde kaldı. Hâlbuki ter kelimesi ne kadar manidardı. İnsanımız çalışmasının karşılığına ter (ücret) diyerek emeğin kutsiyetini ön plana çıkarmış ve ona çok yüce bir anlam yüklemişti.
Dışarıdan bir kelime alındığında o kelime bazen kendi kültürü ile birlikte gelmekte, bazen de bizim öz Türkçe kelimemizin yerini almaktadır. Bu da dilimize duyduğumuz Türkçe olan “umut”umuzu Farsça olan “ümîd”sizliğe sevk etmektedir.
Kısaca dilin tanımını yapacak olursak,;Nesilleri birbirine bağlayan ucu tarihin derinliklerinde olan bir zincirdir.diyebiliriz.Nihat Sami Banarlı hocamız"Türkçenin Sırları"adlı kitabında der ki,küçük bir vatanda işlenen diller vardır.Bir kısım dillerde vardır ki yalnız bir vatanda değil,bir çok vatanlarda devlet kurmuş hakimiyet kurmuş"büyük"milletlerin dilidir.Bu dillere imparatorluk dilleri,denilebili ki"Latince,Arapça,İngiliz"ve Türkçedir.Bu dillerin hiç biri öz dil değildir."Sayfa 30"Benim görüşümde bir kelimenin anlamın yediden yetmişe herkes anlıyorsa o kelime Türkçe dir.Ama ne gariptir ki son yıllarda özellikle tabelalarda Arapça ,İngilizce yazılar bunaltıyor.Yahya Kemal diyor ya"Bu dil ağzımda annemin sütüdür"