‘Kısmet...
Hadi hayırlısı...
Sıhhatler olsun...
Canın sağolsun...’
Bunlar, ‘her biri bize has, her biri bize özel ifadeler...’
★★
Adını yazamıyorum, reklamın reklamı derler; ama Türkiye’de ellinci yılını kutlayan bir içecek markası, 2022’de yitirdiğimiz değerimiz Halit Kıvanç’ın sesiyle hayat bulan eski bir reklamında öyle önemli, öyle güzel bir konuya dikkat çekmişti ki...
Dünya genelinde barışmayla çatışmanın, kucaklaşmayla yumruklaşmanın iç içe geçtiği günlerde anımsanabilecek -ya da sığınılabilecek- bundan daha iyi bir kuytu olamaz diye düşünüyorum.
‘Kuytu’ dediğime bakmayın.
Lafın gelişi öyle diyorum; yoksa ‘her biri bize has, her biri bize özel ifadeler’, hayatın kuytusu değil, tersine büyük meydanlar gibi buluşup kalabalıklaştığımız yerlerdir:
‘Kolay gele ağalar!
Eline sağlık!
Helal olsun!..’
Bunlar, kendi adasında, fildişi kulesinde yapayalnız yaşayanlar için ne ifade eder?
Hiç...
Hiçbir şey!
Fakat ilişkilerden mutluluk damıtmayı becerebilenler için ‘her şey’ işte bu ifadelerde gizli...
Daha doğrusu ‘bütün güzel şeyler’...
Ve hayat, hiç şüphe yok ki ‘paylaşımlar’ sayesinde bu kadar güzel...
Nitekim; belki hatırlarsınız, geçmişte yine çok konuşulmuş reklamlarından birinde Iğdırlı çocukların fantastik hayalinin inanılmaz biçimde gerçeğe dönüşmesi, -bir başka açıdan bakıldığında ise ülkemizin sınır aşan en güçlü devlet kurumlarından birinin, THY’nin genelgeçer kâr-zarar hesaplarını bir yana iterek ‘bir grup doğulu çocuğun hayaline ortak olma’ mesajı- izleyenlerin yüreğini ısıtarak bambaşka bir çekicilik kazanmıştı.
Devletçiliğin ve sosyal devletin lirik tarifi...
İşte reklamların sosyal etki boyutunu düşünmemize yol iki muhteşem örnek…
Yorumum ürünlerle veya kuruluşlarla ilgili değil elbette. Reklamla, reklamın ‘iyilik eyörüngesindeki’ etkisiyle ilgili.
★★
İyiliği çağrıştıran tüm yazılı veya sözlü ifadeleri, tüm sözcükleri, güzel anları, görüntüleri ve nihayetinde ‘bütün bir hayatı’ paylaşmak, harika bir şey!
Yarın da tüm dünyada milyonlarca insan, bizdeki adı ‘Emek ve Dayanışma Günü’, siyasal literatürdeki evrensel karşılığı ‘İşçi Bayramı’ olan özel günü kutlamak için meydanlarda olacak...
Bir bayramı paylaşmak da elbette çok güzel; ama biliyor musunuz ki dünyalılar, gerçekte tek ve aynı duyguyu yansıtan bu bayramı yirmiden fazla adla telaffuz ediyor:
Örneğin az evvel değindiğim gibi sosyalist ülkelerde öteden beri ‘İşçi Bayramı’ deniyor 1 Mayıs’a. Avrupa ülkelerinin bir kısmı ‘Uluslararası Emek, Birlik ve Mücadele Günü’ demeyi tercih ediyor.
Güney Amerika’da yaygın olarak kullanılan ad ise ‘Dünya Emekçilerinin Dayanışma Günü’...
Farklı kültürlerde nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, takvimlerdeki konumu aynı ‘1 Mayıs’ın.
★★
‘Dünya acayip değişti’ diyoruz ama arşivin kapısını aralayıp geçmişteki 1 Mayıslarda dile getirilmiş sıkıntılara bakıyoruz; neredeyse her yıl aynı dertler, sıkıntılar, talepler meydanlara saçılmış:
Yalnızca ülkemizde değil, dünyanın her yerinde ortalamanın çok üzerinde yorulan, yıpranan ama buna rağmen çoğu ülkede yoksulluk sınırının -mesela Türkiye’de farklı sivil toplum kuruluşlarının açıklamalarının ortalamasına göre 2023 yılı sonunda 54 bin lirayı aşmış yoksulluk sınırının- altında kazanç elde eden, bundan ötürü yoksul yaşamayı kanıksamaya itilen emekçiler için 1 Mayıs’ın, 2024’te de yine yıl boyu birikmiş öfkenin dışavurum gününe dönüşmesi muhtemel. Dolayısıyla da öfkeli söylem, bazen bayram meydanlarındaki halayların ve dansların önüne geçebiliyor ne yazık ki...
Hiçbir gerekçe, kamu düzenini bozacak şiddeti haklı kılmaz; bununla birlikte 1 Mayıs’la ilgili durumun, ülkeyi yönetenler için güçlü bir empati zorunluluğu doğurduğu gün gibi ortada. Yoksullaşmanın olağanüstü derinleştiği bir yılda, barışçıl gösteriler karşısında bu itidal ve hoşgörüyü sergilemeyi başarabilen devlet adamlarını ayakta alkışlayacağız yarın.
★★
Tabii bu kadarla bitmiyor:
1 Mayıs’ı en başından beri sadece sosyalizmin geleneksel gövde gösterisiymiş gibi gören, onu damgalayan bir de ‘önyargılılar kesimi’ var. Onlar, her yıl emekçileri ağırlayan kutlama meydanlarını, dışarıdan kuşkulu bakışlarla izliyorlar. Şiddeti de muhtemelen o meydanların ‘doğal ürünü’ olarak görüyor bu kesim. Halbuki onlar azıcık önyargısız, azıcık daha dikkatle baksalar; meydanlarda kalabalığın içine karışmış provokatörlerden çok daha fazla kendi sosyal sınıflarından, kendileri gibi inanan, vatanı-milleti en az kendileri kadar seven emekçi insanların olduğunu görecekler...
Böyle bir ‘kesin inanç’ geliştirenlerin haklı oldukları söylenebilir mi?
Bu biraz cahilce ama daha çok komik olur doğrusu.
Zira; 1 Mayıs’ta meydanları dolduran kalabalıkların sadece sosyalist işçilerden oluşmadığını biliyoruz.
İçlerinde a-politikler de var, dinibütünler de...
Hatta cep telefonlarına, giyimlerine, saç traşlarına bakıp her fırsatta eleştirdiğimiz, kapitalistlere veya liberalistlere özgü hayat tarzlarını benimsemiş ‘tüketici gençliğin’, yarın kutlama meydanlarındaki önemli bir dilimi oluşturacağını bile iddia edebiliriz. İnanmıyorsanız bakın, görün yarın...
Tıpkı Filistin’de, Gazze’de veya Doğu Türkistan’da yaşananları protesto etmek için başka başka meydanlarda toplananların aynı çağın koşullarını paylaşan farklı fikirlere sahip gençlerden oluştuğunu gözlemlediğimiz gibi yarın da kitle kimyasını iyi okumanız gerekir.
Kafanız biraz karıştı değil mi? Bu iyiye işaret.
Yine de bugün ucundan kıyısından değindiğimiz, yarınsa temelli öne çıkacak o esas gerçek değişmiyor; emekçilerin çoğu, ‘senede bir gün’ toplandıkları meydanlarda kışkırtmalara aldırış etmeden demokratik ihtiyaçlarını ve insani beklentilerini dile getirmek, kısaca kendilerini ifade etmek derdinde olacak.
Tıpkı en başta andığım o eski ve güzel reklamlardaki gibi ‘her biri bize has, her biri bize özel ifadeler’ ile bunu barış içinde başarabilenlere şimdiden ‘helal olsun’! Ve de umuyoruz ki emekçilerin hayalleri, umutları, dilekleri gerçek olsun.
Sayın Yazar, bu 1 Mayıs, bir başbakanı, iki bakanı asan darbeci sadist zihniyetin bir eseridir. 1 Mayıs, komünist, Bolşevik Rusya'nın bir kutlamasıdir. 1 Mayıs, 1960 darbesinde işçi hakları olarak anayasaya sokuldu. İşçilere grev hakki tanındı. Amacı, hükümetleri yormak ve yönlendirmekti, bunu da yillarca yaparak başardılar. İşçinin hakkı var da memurun niye yok. Bunu neden işçi hakkı ile birlikte anayasaya koymadılar ?.. Günde 8 saat tahta başında toz yutan öğretmene, santiyedeki mühendis ve teknisyene, laboratuarda uğraşan laboranta, gece gündüz halkın emniyeti için çalışan polise, masa başında 8 saat göz nuru döken bedenen çalışan memura, sabaha kadar hasta başında nöbet tutan doktora,hemşireye, sağlık personeline vb. bu liste çok uzar. Bunlara neden bu hakkı vermediler. Yoksa bunlar başka bir ülkenin personellerimiydi ?. Bu ayrıma karşıyım, kabul etmiyorum. 36 yıl beynen, bedenen, göz nuru dökmüş birisi olarak... Selamlar.