Kolombiya’nın uygarlığa üç büyük armağanı olduğu söylenir: Karanfil, kahve ve Gabriel Garcia Marquez...
Karanfilli çay ve kahve tutkunları kusura bakmasınlar; ama Yüz Yıllık Yalnızlık’ın Nobel ödüllü yazarı, yaklaşık 11 yıl önce, 17 Nisan 2014 günü 87 yaşında hayata veda ettiğinde iki sıcak içeceğin dilimize-damağımıza eklediği uçucu şeyden çok daha fazlasını ve çok daha kalıcı olanını bıraktı bize.
Edebiyatın dimağlara eklediği o yoğun hazdan, geride bıraktığı derin izden söz ediyorum elbette.
Marquez’i bir kez olsun okumuş olanlar, nasıl bir ‘büyülü gerçeklik’ten söz ettiğimi mutlaka anlıyorlardır.
Muhtemelen de hak veriyorlardır bana...
★★
New York Times gazetesi, Marquez’in başyapıtını ‘Kutsal kitaplardan sonra en başta okunması gereken yazılı eser’ olarak tanımlamış.
Katılırsınız ya da katılmazsınız, bu size kalmış; fakat Güney Amerika’nın çok trajik ama çok da verimli yoksulluğundan doğmuş bu dehayı sadece bir romanına indirgemek, bence büyük haksızlık olur.
Ömrünün son 30 yılını Meksika’da geçiren yazarın, 1967 yılında yayımlanan Yüz Yıllık Yalnızlık adlı başyapıtı dışında Kırmızı Pazartesi (1981) ve Kolera Günlerinde Aşk (1985) romanları da edebiyat dünyasının başyapıtları arasında anılıyor.
★★
Marquez, başyapıtında yüz yıl sürecek yalnızlıkla lanetlenmiş bir soyun hikayesini anlatıyor bize. O yüz yılın bitimindeki kurtuluş ise lanetin ortadan kalkmasıyla değil, lanetlenmiş soyun tükenmesiyle çıkıyor karşımıza.
Belki de bu roman bir kehanettir; yayımlanmasından 15 yıl sonra, 1982 Nobel edebiyat ödülünü kazanacak ünlü yazarın etrafını saracak kalabalığa karşın yaşadığı sürece yüreğinde büyüteceği o bitmez aydın yalnızlığının alegorik öngörüsü saklı olabilir Yüz Yıllık Yalnızlık romanında...
Yalnızlıkla örülü ömrünün sonuna yaklaştığını hissettiğindeyse Marquez, dünya literatüründeki en dramatik metinlerden birini, ünlü ‘veda mektubunu’ kaleme almıştı:
“Tanrı, bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim; ama en azından dile getirebildiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm...
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, altmış saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. (...)
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır…
Çocuklara kanat verirdim; ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar!
Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim...
Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim; ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.
Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde…
Artık ölebilir miyim?"
★★
Huzur içinde uyusun...
Az önce bir kısmını alıntıladığım veda mektubunda “Çocuklara kanat verirdim; ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım...” diyordu Gabriel Garcia Marquez.
Sadece kendi evladımıza değil, dünyanın bütün çocuklarına verilebilecek en güzel armağan, ‘bir çift kanat’ olurdu hiç kuşkusuz.
Çünkü çocukların dünyasında sınırlar yok, önyargılar yok, ötekileştirme yok!..
Evet; politikacılar, bakanlar, bürokratlar, dünyaya hükmedenler ve belki bunların hepsinden önce de öğretmenler; çocuklara bir çift kanat verebilselerdi keşke…
Tüm çocuklar, insanın insana kıymadığı bir yere uçabilsinler, orada kuracakları gerçek barış ülkesini gönüllerince yönetebilsinler diye...
★★
23 Nisan’a ne kadar az zaman kaldı değil mi?
Yedi sekiz gün...
Özel bir nedenim var tabii ki; ama ben size öylesine sordum. Hani çocuktan, dünya çocuklarından falan bahsettik ya onun için...