İnsanoğlunun en büyük özelliklerinden birisi de yaşamış olduğu olaylara kendi kapasitesi doğrultusunda bir anlam bulma becerisinin olmasıdır. Bulunan bu sebeplerin kalıcı olup olmamasını ise o kişinin o sebebin doğruluğuna karşı duymuş olduğu inancın ölçüsü belirlemektedir.
İnsanlar olaylarla hem ünsiyet hem de ilgi kurma yeteneği bulunmaktadır. İlgi bağlantılarla; ünsiyet ise yakınlaşma ile alakalıdır. Olayla kurulan ilgi, bağ, beraberinde yakınlaşmayı getirmektedir. Yakınlaşma da anlamayı ve de kaygıyı oluşturmaktadır. İnsan ilk defa görmüş olduğu vahşi bir havyanı anladığı zaman kaygılanarak ondan uzaklaşmayı, eğer bir güzellik bir fayda umuyorsa yaklaşmayı önceleyebilmektedir.
Bir şeyi anlama ise göreceli, geçici ve de kişiye ait öznel bir durumdur. Anlamlandırmayı genele yansıtan unsur, kültür olmaktadır. Kültür ortak anlam oluşturmanın zeminini kurar. O kültür zemini üzerinde oluşturulan anlamsal bütünlük insanları bir inanca, bir düşünceye yönlendirir.
Farklı düşüncelerin az olması ya da kültürel ortamın farklı düşüncelere zemin hazırlamaması, insanları tek renge büründürmede kolaylık sağlamış olsa bile bu anlayış toplu yanılmalara da neden olur.
Toplumun ortak aklı, bir olaya kendi zemini üzerinde bir anlamlandırma yaptığı zaman, o toplum o zemin üzerinden bir anlam dünyası inşa edebilmekte, birçokları da bu anlam dünyasının çevresinde hayatlarını idame ettirmektedirler.
Eski dönemlerde insanlar, Güneş ve Ay tutulmalarını Tanrı’nın kendilerine ikazı olarak görmüş, gidişatlarının iyi olmadığı şeklinde algılamış, bu nedenle o anda savaşıyorlarsa savaşı durdurmuş, hatalarından dönerek Tanrılarına kurban kesmeye, ona adaklar adamaya, ona daha güzel kulluk yapmaya, kulluklarını gözden geçirmeye başlamışlardır.
İnsanlarda daha realist tavırlar gelişince, insanlar geçmişin kendilerine yüklemiş olduğu ve kendilerinin de gerçek sandığı bazı düşüncelerin aslında bir yanılgıdan, bazen de bir kaygıdan ibaret olduğunun farkına varmışlardır. Onlar bu tavırları ile atalarının hayali bir geçeklik ürettiğini, sonra bu hayali gerçekliği yıllarca yaşattıklarını ve dahası bunu kendilerine de öğretmiş olduklarını fark etmişlerdir.
Bu hayali gerçekler toplumsal bir algı olacağı gibi bireysel bir düşünce tarzında da tezahür etmektedir.
Halk ozanları bazen rüyalarında bir güzeli görerek o güzele âşık olup sonra o güzeli bulmak için diyar diyar dolaşıp, onun için şiirler yazıp türküler yakarken de hayali gerçekliğin peşinden koşmuşlardır.
Hayali gerçekler aynı zamanda insanları hayata bağlar, onları acılar karşısında daha dirençli yapar, onlara güç verir. İnsanların, hayallerine yüklemiş oldukları anlam aynı zamanda gerçek hayatın amacını oluşturur.
Bu durum onları daha üretken yapmakta, dahası sanatçılar bu durum üzerinden kimlik inşa ederek en güzel şiirlerini, şarkılarını, hatta mimari eserlerini oluşturmaktadır. Ahmet Haşim O Belde şiirini bu amaçla yazmıştır. Peyami Safa Simeranya’yı mülkiyet ilişkilerinin değil, kardeşliğin, demokrasinin, eğitimin zirve yaptığı en güzel bir yer olarak anlatmıştır.
İnsanlar hayal dünyalarında geliştirmiş oldukları bu anlamlandırmaya inanarak hayalin gerçekliğini yaşantıya dönüştürmüşlerdir. Toplumlar hayali gerçekleri yaşarken gerçeğin hayalini kurarak yeni gerçeklerin peşinden koşmuş ve belki de yeni gerçekliği ararken yeni bir hayali gerçekliğe sığınmış olmaktadırlar.
Bizden sonra gelecek olanlar da bizim gerçeklerimizin hayali bir gerçeklik olduğu iddiasında bulunacaklardır.