Aramayı unutmakla başladı kendimizi kaybetmemiz. İyiyi, doğruyu, güzeli, kim olduğumuzu… Kim ile hem dem olduğumuzu değil hatırlamak aklımızın ucuna getirmez olduk. Ne olduğumuzu unutup çıkardık hayatımızdan. Kalpte hâsıl olanı dilden çıkardık önce. Gözümüzü karartıp gönülden de çıkardık. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur sözünü hiç duymamışız gibi. Yanlışlara aldanıp yanlışta doğruyu aramaya başladık. Önemli olan bulmak için çıkılan yolda doğru yoldan sapmadan bulmaktı. Yoldan sapınca bir adım daha uzaklaştık kendimizden, asıl olandan.
Ne için var olduğumuzu aramayı da unutur olduk zamanla. Gerçi bu soruyu kendine hiç sormayanların, kendinden uzaklaştığının farkında olmayanların, aramayı da unuttuğunun farkında olmaması kadar doğal bir durum yoktur herhalde. Her şeyden habersiz, bir sonuca ulaşmak zorunda olmadan, hayatın yalan hazzına kapılıp gidiyorlar. Sordukları sorunun cevabını bulup, hayatlarına uydurup, cevabın gereğince yaşayanlara ne laf denebilir ki? Çözülmesi güç bir sorunun cevabını bulmuş, ona göre yön verdikleri hayatı yaşamakla meşguldürler. Bu dünyada ebedi yaşayacak gibi değil; bir gün mutlaka göçüp başka diyara taşınacaklarını biliyormuş gibi. Peki ya sordukları sorunun cevabını bulamayıp; sorunun ehemmiyetinin farkında olup ne sorudan uzaklaşan ne cevaba yaklaşan kısım? Gönül el vermez günaha batmaya. Nefis rahat bırakmaz doğru yoldan şaşmaya. Sorulan sorunun ağırlığının farkındalığıyla devam ederler hayatlarına.
Nefsinin tutsağı olmuş insanlara dönüştüğümüzden beri unuttuk aramayı. Bir ekmeği bölüşüp oturduğumuz sofralarda seninki, benimki ayrımına başladık zamanla. Dış dünyanın iç dünyamıza egemen olduğu bir vakitte insanlığımızdan uzaklaşır olduk. Kendimize ettiğimiz duaya başka bir mümin kardeşimizi eklemez olduk. Rızkı verenin Huda olduğunu bilmezmişiz gibi. Arakan ’da, Suriye’de, Filistin’de açlıktan ağlayan bebeklerin sessiz çığlıklarına ses olamadığımız gün kaybettik benliğimizi.” Ümmetim Ümmetim” diye 1400 sene evvelinden bizler için Hakk’a yalvaran Peygambere layık ümmet olma çabasından çıktığımız gün kaybettik nur yüzlünün sevgisini. O gün kaybettik kalpten zikri, dilden duayı hayatımızdan Kuran’ı. Batının gelişen teknolojisine yöneldiğimizde unuttuk bir çocuğun tebessümüyle savaşların son bulabileceği umudunu. Oysa teknolojinin geliştirdiği bombaların o küçük günahsız çocukların üstüne yağdığı vakit sessiz kalanlar yine bizlerdik. Kendi Müslüman kardeşinden bir dua, bir yardım eli bekleyen kardeşlerimizi batıya mahkûm etmekle kaldık. Nefsimize ağır geldi belki de kendimiz dururken başkalarına istemek.
Allah rızası için yapmayı unuttuk işlerimizi. Bir annenin evladını Allah rızası için büyütmediği, işe gitmek için evden çıkanın Allah rızası için rızkını kazanmaya gittiğini unuttuğumuz gün kaybettik. Yaptığı her şeyi Allah rızası için yapanlardan olalım. Olalım ki niyetin nasıl hayırlı işlere kapı açtığı, ameller niyetlere göredir sözüne uygun yaşayalım. Ne niyetle söylediğimiz sözlerin ne anlamlara geldiğini düşünmeden konuşmaya başladığımı zaman kaybettik. Peygamberimizin; “Kalbi doğru olmayanın imanı, dili doğru olmayanın kalbi doğru olmaz.” Sözünü unutup şaşırdık yolumuzu, dilimizi, sözlerimizi. Yolumuzu şaşırdığımızdan beri de imanımızla giden yolları hırsına kapıldığımız geçici hazlarla gitmeye başladık. Başımıza gelen her şeye felaket deyip, acıya da gönderenin büyüklüğünden saygı duymayı unuttuğumuz gün kaybettik. Kaybettikçe kaybetmeye meyilli olup suyun üstüne çıkmaya çalışmak yerine, suyun dibine batmayı yeğler olduk.
Velhasıl gönül telaşımız dünya telaşımızı geçmedikçe, bize sunulan, nimetler yetmedikçe, yaratılanı yaratandan ötürü sevmedikçe, manaya inmedikçe, incinsek dahi elbet bir gün karşılığını ilahi adaletin tecelli edeceğine inanmadıkça, karşılıksız, beklentisiz sevmedikçe, güzel insan olamayacağız. Yazı için İlayda Dalkılıç’a teşekkür ederim.
Hocam yazınız çok yerinde. Tebrik ederim, selamlar.