Seksenli yılların sonu ve doksanlı yılların başı lapa lapa yağan karın kimileri için zahmet, kimileri için rahmet, biz çocukların ise eğlenceye dönüştüğü anlar ve rutin hale gelen kar tatillerinin olduğu zaman dilimleriydi. Hikâye tamda burada yani kar ve kışın buluştuğu zamanlarda geçer. Karın yağmasının geciktiği şu günlerde çoğu kişinin hafızasında eski kışlara ait anılar yer edinir. Biz çocukların o yıllarda en çok sevdiği ve duyunca mutlu olduğu şey radyo haberleriydi. Televizyonun evlerimizde yaygın olmadığı ve birçok doğru bilgiye ulaştığımız kitle iletişim araçlarımızdan en önemliydi radyo. Çoğu zaman okul yolundayken duyduğumuz radyo haberleriyle başlardı tatilimiz. Eksi 35’lere varan soğukların hüküm sürdüğü, bizlerin sabahın ilk ışıklarıyla yola düştüğü kış aylarıydı. Tatil haberini yolda duyduğumuzda zor bela sabah kalktığımıza üzülelim, yediğimiz ayaza mı yoksa yağan kar ve çıkan tipiyle mi mücadele edelim! İşte şaşırıp kaldığımız o anlardı. Olsun tüm bunlara rağmen yine mutluyduk. Zira radyodan yankılanan ses bize tatili müjdelemişti ya, o bize yeterdi. Varsın tipi çıksın, varsın kar yolları kapatsın, varsın bizim ellerimiz üşüsün. Bazen inanmazdık bu haberlere. Yoldaydık tatil olsaydı herhalde bizim evde de duyulurdu der, bata çıkan yolumuza devam ederdik. Bazen okula varmadan, bazen okul bahçesinde, bazen de sınıfa öğretmenimiz gelince dedikodu gerçek olur ve kar tatili başlardı. Sevinç dalgası tüm okulu sarardı. Bir iki günle değil haftayla bile biten kış, kar tatillerimiz olurdu. Tatilin biri biterken diğeri başlardı. Tatil demek kartopu oynamak, kardan adam yapmak ve en önemlisi kızak kaymak demekti. Hava soğukmuş, tipi varmış kimin umurundaymış. Az havada güneş göründü mü hepimiz sokaktaydık. Eldivenli, montlu, montsuz, botlu veya botsuz tüm çocuklar sokakta bulurdu kendini. En çok dikkat çeken ise kızakla sokakta gezen olurdu. Mahalle sokaklarında yazlık ayakkabısını yokuşa kapıp gelenler, leğenlerle yokuşlardan aşağı kayanlar vardı ama kızakla kaymanın keyfi ve havası başkadır. Kızak demek çocukların arabası demekti. Kızağın üstüne yan yatıp kaymak ise her çocuğa nasip olmazdı. Kızağını süsleyeni, kızağın üst tarafına halı serenleri, ön kısma delik açıp ipliyle kızağını çekenler tüm mahallelerce tanınırdı. Kızaklara toplu binmek, yukarıdan aşağıya kayarken kızaktan düşmek, kar üzerinde yuvarlanmak ne güzeldi. Kızaklar bizim kışın en özel oyuncaklarımızdı. Her çocuk bu özel oyuncağa sahip olmak isterdi. Kızak sahibi olmak bayağı maliyetliydi. Dolasıyla her çocuk bu özel araca sahip olamaz ve hayallerine kavuşamazdı. Kızağa sahip olmak bir o kadar zor; ona sahip olmak bir başka zordu. Zira kızak çalınabilir, hayalleriniz yarım kalabilirdi. Kızağın alt kısmına takılan demir parçası ise daha önem arz eder, onu monte eden usta özenle seçilirdi. Zira kızağın hızını azaltan veya artıran o takılan demirdi. Ben o kızak hayalini gerçeğe dönüştüren ender çocuklardan biriydim. Ne zaman bir kızağım oldu, hangi yıl ondan koptum diye sorsanız bende bu sorunun cevabı yoktur. O anlar yaşanmış, usulca, sessizce aramızda ayrılmış desem herhalde yeterli olur derim. Rahmetli dedem bizleri yani torunlarını çok severdi. Bir gün bana kızak almaya gidelim mi diye sormuş, bense mutluluktan uçmuştum. Dedemin bu soruna inanamamıştım. Dedem, kızak, ben, bunlar o an için çok güzel ve kulağa hoş gelen şeylerdi. Dedeme, onun yaşantısına, dünyaya bakışına ters düşen şeylerdi aslında bunlar. Dedem kızak almaya gidelim mi soracak, sonra sorduğu soruyu hayata geçirecek. Hayırdır inşallah demek geldi içimden. Dedeme içimden düşündüklerimi bir kenara bırakıp, olur dedim. Durun, ben asıl şoku daha sonra yaşayacaktım. Dedem beni kızak almaya değil aslında bizzat kızak yapım atölyesine götürecekti. Peki nereye gidecektik?