90’lı yıllarda Şair Nefi Ortaokulunda eğitim hayatım sürecinde üç yıl boyunca matematik öğretmenim kıymetli eğitimci Mevlut Pirimoğlu hocamızdı. Mevlut hoca tam bizim coğrafyanın ve toprağımızın adamıydı. Ortaokul yıllarımda sınıf başkanı olduğum için tüm öğretmenlerim tarafından tanınıyordum. Mevlut hoca da beni yakından biliyordu. Hocamla ilgili o yıllarıma ait zihnimde yer edinen en önemli hatıram ağlayarak sınıfa gitmemle alakalı olandır. Leblebici yokuşunun üstünde bulunan Mehdi Efendi Mahallesinde oturuyorduk. O zamanlar öyle servisle okula gitmek gelmekte yoktu. Varsa da zengin işiydi. Her gün erkenden evden çıkar bazen Leblebici yokuşundan bazen de Taş Caminin olduğu ara sokaklardan Palandöken İlkokulunun olduğu caddeye inerdim. Oradan da Mehdi Abbas Türbesi ve Saray Hamamına doğru döner, oradan da Emir Şeyhin meşhur köftelerinin kokusundan tadarak Şair Nefi Ortaokuluma varırdım. Aslında ben yolu uzatmayı severdim. Günlerden bir gün derse geç kalmıştım. Koşarak derse yetişmeye çalışıyordum. Onun için önüme ve arkama bakmadan sadece koşuyordum. Okulun bahçesine girdiğimi hatırlıyordum. Bahçeden okula girişi sağlayan kapı nöbetçi öğretmen tarafından belli dakikaya varıncaya kadar açık tutulurdu. Ben o dakikayı da geçirmiştim. Evet, tahmin ettiğiniz gibi kapı çoktan kapatılmıştı. Zorladım ama nafile kapıyı açan olmadı. Hemen ana kapıya doğru yöneldim. İdarecilerin ve öğretmenlerimizin girdiği ön kapıya can havliyle koştum. Hızlı hareket ediyordum. Birden kendimi yerden bulmuştum. Ne olduğunu anlayamadım. Kafamı bir şeye vurmuştum. Gözlerim karardı. Gözlerimi açmaya çalıştığımda önümde koca bir minibüs vardı. Kapısı birden açılmış, bende o açılan kapıya çarpıp yere düşmüştüm. Canım çok acıyordu. Minibüs şoförü beni yerden kaldırdı. Derse gitmeliydim. Canım yanıyor olsa da bunu şoföre belli etmedim. Yerimden kalktım ve okulun içine kendimi attım. Geç kâğıdını nöbetçi idareciden aldım. 3-E Sınıfının kapısının önüne geldim. Biraz toparlanmaya çalıştım. İçeriye girmek için kapıyı dövdüm ve gel sesini duyunca girdim. Ders matematikti. Mevlut hoca beni öyle görünce şaşırdı. Üstüm başım çamurdu. Hocam bu durumumu görünce korktu. Oğlum sana ne oldu der demez ben ağlamaya başladım. Hem de hüngür hüngür ağlıyordum. İyi de o ana kadar neden ağlamamıştım ki! Herhalde Mevlut hocayı kendime yakın görmüştüm. Mevlut hocam zaten de öyleydi. Ağlamamı bırakmamı ve olayı anlatmamı söyledi. Ben o an yere düşmemi kendi dikkatsizliğime değil de tamamen minibüs şoförüne bağladım. Minibüs şoförünün bana çarpmasını bire bin katarak anlattım. Mevlut hocamın adeta başından ateşler çıkmaya başladığını anlamıştım. Dersin bitmesini zor bekledi. Teneffüste, belli ki o aracın sahibini tanımıştı ve ondan benim adıma hesap soracaktı. Ben onu öyle görünce çok rahatlamıştım. Artık kendimi çok güvende hissediyordum. Acı ve ağrıya dair hiçbir şeyim kalmamış gibiydim. Mevlut hoca bir sonra ki derse geldiğinde devamlı bana bakıp gülüyordu. İşin aslını belli ki öğrenmişti. Bu durum karşısında hiç ciddiyetini bozmadan hadi bakayım bana olayın gerçek yüzünü anlat dedi. Bana kızmadan dinledi. Gönlümü almasını bildi. Kafamı okşayıp, ağrımın olup olmadığını sordu. Yok, cevabını benden alınca oda rahatladı. Bundan sonra her ne durumda olursak olalım çevremize dikkat etmemiz gerektiğini söyledi. Daha sonra dersine kaldığın yerden devam etti. Kıymetli hocamın hatırladığım kadarıyla o yıllarda Gürcükapı da şimdiki Vakıfbank’ın hemen köşesinde bir dükkânı vardı. Herhalde boş zamanlarında orada vakit geçirirdi. Çoğu zaman oraya gittiğimde ona uzaktan çok baktığımı hatırlarım. Zira o benim Mevlut hocamdı. Mevlut hocamızın yanlış hatırlamıyorsam birde kırmızı bir şahini veya doğan marka arabası vardı. Değerli hocam ellerinizden hasretle öperim. İyi ki bizim hocamız olmuşsunuz. İyi ki sizlerle yollarımız keşişmiş. Allaha emanet olun…
y