Her sabah “yalansız günler” dileğiyle uyanıyorum; fakat akşam kadar çarşı pazar, iş güç, sosyal medya ve haberler, tartışma programları vb. İle yastığa başımı koyduğumda o günümü de hakikatten çok yalan dinleyerek geçirdiğimi anlıyorum.
Birisi çıkıp ‘Türkiye’de Yalanın Tarihi’ adlı bir kitap yazmalı. Yalanın, gündelik dilin sıradan bir şakası olmaktan çıkıp kurumsal bir niteliğe bürünmesi, kurumsal olarak, Tanzimat’la başladı denilebilir. Tanzimat’tan bugüne, devlet ve toplum arasındaki görünmez sözleşmede “hakikati söylemek” çoğu zaman düzen bozmakla eş tutuldu.
Takvim-i Vekayi’den başlayarak Osmanlı basınının ilk numuneleri halka haber vermekten çok merkezin meşruiyetini tahkim etme misyonu taşıyordu. Sansürün yerini bugün reklam muslukları, lisans iptalleri ve algoritmik görünmezlik aldı. Haber yaparken “gerçeği söylemek” hâlâ risk; çünkü iktidar, muhalefet veya sermaye bloklarından birinin canını acıtıyorsanız, gazeteniz veya ekranınız karartılabilir. Oysa medyanın temel görevi, gerçekle yurttaş arasındaki mesafeyi kısaltmaktır. Bu mesafe kısalmadıkça toplumsal güven onarılmaz; yalanın gölgesi uzun kalır.
Akademik Yalanlar
Cumhuriyet’in kuruluş süreciyle birlikte Osmanlı’nın son dönemi “geriliğin, teslimiyetin, ihanetin” sembolüne dönüştürüldü. İttihat-Terakki, “devrimci öncül”; Mustafa Kemal Paşa, “tek ve tartışılamaz kurucu” olarak anlatıldı. Böylece 600 yıllık imparatorluk neredeyse tek cümleyle geçildi, son padişahlar hain sayıldı, alternatif hatıralar (Karabekir, Rauf Orbay vb.) gizli raflara kaldırıldı. Türk Tarih Kurumu kurulduğundan bu yana “yeni bir ulusal kimlik destanı” yazarak bilimsel sorgulamayı ideolojik çizgiye hapsediyor. Sosyal bilimlerde eleştirel bakış geliştikçe ise KHK’ler, proje fonları ve doçentlik jürileriyle görünmez duvarlar örülüyor. Hakikati konuşmadan yalansız tarih ne kadar öğretilebilir?
Yalanın Konforu...
Kurumsal yalanlar, bireyi de rahatlatan bir konfor alanı yaratıyor. Siyasi konulardan ekonomik konulara, rant ekonomisinden adalete pek çok konuda “resmî” ve “bağımsız” veriler arasındaki uçurum büyüdükçe vatandaş bilişsel bir ikilemle karşılaşıyor: Ya rahatsız edici hakikati kabul edecek ya da tanıdık yalanın kucağına dönecek. Çoğu zaman ikinci yol seçiliyor; çünkü hakikat, sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Oysa yalanla kurulan hiçbir düzen kalıcı değildir; sosyal medya algoritmaları bile sonsuza dek aynı hikâyeyi tekrar edemez.
Yalanı Yalnız Bırakmak!
Orwell’e atfedilen o meşhur söz, “Gerçeklerden uzaklaşan toplum, gerçeği söyleyenden nefret eder” der. Biz gerçeği söyleyenleri yalnız bırakmayı göze alırsak, yalan çok daha uzun yaşayacak. Oysa hakikat, tek bir kahramanın değil, milyonların ortak emeğine ihtiyaç duyar. “Yalansız Türkiye” bir ütopya değil; medyadan akademiye, kahve sohbetinden meclis kürsüsüne kadar her düzeyde hakikati talep etmekle başlayacak bir yol. Yalanın konforunu reddetmek zor; ama unutmayalım: Konforlu yalanlar, konforsuz felaketler doğurur.
Yalansız günler, yalansız siyaset, yalansız bilim ve yalansız sanat dileğinden fazlasına, yani yalansız bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var. Hakikati kurumsallaştıramazsak, yalan hep yedeğimizde duracak. Gelin, yalanı yalnız bırakalım hakikat de bize katılsın.