“(O-Kur’an), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Hâkka - 43)
Hakka Suresi’nin 38. ila 52. ayetleri arasında geçen ifadeler, yalnızca Kur’an’ın mahiyetini değil, aynı zamanda peygamberlik müessesesinin evrensel ve ilahi boyutunu da derinlemesine işleyen ayetler bütünüdür. Bu bölümde, Kur’an’ın ne bir şairin kurgusu ne de bir kahinin kehaneti olduğu vurgulanmakta, onun doğrudan âlemlerin Rabbi tarafından inzal edildiği kesin ve sarsılmaz bir gerçek olarak sunulmaktadır. Bu vurgular, İslam inanç sisteminde peygamberliğin sadece bir toplumsal önderlik değil, doğrudan Allah’ın tayin ettiği, mucizevi bir misyon olduğu gerçeğini teyit eder.
İlahi Meclisin Elçileri: Peygamberler ve Onların Misyonu
Peygamberlik, semavi geleneklerde sıradan bir liderlik biçimi olarak değil, doğrudan Allah’ın tasarrufuyla oluşturulmuş bir “ilahi meclis”in fertleri olarak kavranır. Bu meclisin üyeleri olan peygamberler, tarihin her döneminde toplumsal dönüşümün merkezinde yer almış, taşıdıkları vahiy ile sadece bireylerin değil, toplumların kaderine yön vermiştir. Onlar, sıradan vaizler değil; bir anlamda inkılapçılardır. Ellerindeki en büyük güç ise ilahi kelamdır. Kur’an’ın nazil oluş biçimi ve muhtevası, bu hakikatin en çarpıcı örneğidir.
Bu noktada Hakka Suresi’nin şu ifadesi dikkat çekicidir: “O, şair sözü değildir; ne de az iman ediyorsunuz!” (Hakka: 41) ve ardından gelen “O, kâhin sözü de değildir; ne de az düşünüyorsunuz!” (Hakka: 42). Bu iki ayet, peygamberlik iddiasının beşerî üretim veya psikolojik yanılsama olmadığını sert bir dille vurgular. Kur’an, Hz. Muhammed’in şahsi çıkarları için yazılmış olsaydı, bu kadar yoğun biçimde insanın sosyal, psikolojik, ekonomik ve siyasal boyutlarını hedef almaz; kişisel menfaatin öne çıktığı ayetlerle dolu olurdu. Aksine, Kur’an’da Peygamber’in ismi son derece sınırlı şekilde geçer. Onun şahsı üzerinden değil, insanın bütüncül varlığı üzerinden şekillenen bir mesaj söz konusudur.
Kur’an: Vahiydeki Mucize
Kur’an’ın yapısı hem dilsel hem de içerik bakımından bir mucizedir. Hakka Suresi'nin “Hiç şüphesiz o (Kur’an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (Hakka: 40) ayetiyle başlayan bölüm, Kur’an’ın semavi otoritesini yeniden pekiştirir. Burada geçen “şerefli elçi” ifadesi, Cebrail’in veya doğrudan Hz. Muhammed’in taşıdığı risalet yükünü ifade eder. Hemen ardından gelen ayetlerde, Peygamber’in Allah adına yalan söz uydurması durumunda başına gelecek ilahi müdahale oldukça net biçimde belirtilir: “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık.” (Hakka: 44–46). Bu beyan, vahyin doğruluğu hususunda şüpheye yer bırakmayan, son derece radikal ve ilahi garantili bir söylemdir.
Kur’an’ın etkisi, yalnızca dinî bir metin olarak değil, aynı zamanda insanın ruhsal ve toplumsal rehabilitasyonuna yönelik güçlü bir müdahale aracı olmasıyla da kendini gösterir. Ayetlerin çoğunluğu, bireyin iç dünyasıyla toplumun yapısını birlikte dönüştürmeyi hedefler. İlahi kelam, bireysel ahlak kadar kolektif adaleti de gözetir. Bu yönüyle Kur’an sadece bir “inanç kitabı” değil, aynı zamanda kapsamlı bir medeniyet inşa metnidir.
Peygamberlik ve Kur’an: Mucizenin İki Yüzü
Kur’an bir mucize, peygamber de bir mucizedir. Bu iki unsur birlikte ele alındığında, ilahi mesajın hem taşıyıcısı hem de yaşayan örneği ortaya çıkar. Peygamberlerin bu denli derin etkiler bırakması, onların ellerindeki vahyin insanı merkeze alarak onu ahlaken, fikren ve toplumsal olarak inşa edici yönüyle ilgilidir. Aradan 1500 yıl geçmiş olmasına rağmen, Kur’an’ın insanı hâlâ terbiye edebilmesi, çağlar ötesi bir hikmeti yansıtır.
Sonuç: Hz. Muhammed’in bu mesajı taşırken elde ettiği hiçbir dünyevi çıkar olmamıştır; hatta çoğu zaman bu yolda malını, canını ve itibarını feda etmiştir. Bu da gösteriyor ki, peygamberlik ne bir ideolojik kurgu ne de tarihsel bir rastlantıdır. Bilakis, insanlık için tayin edilmiş kutsal bir görevdir. Ve bu görev, Kur’an gibi bir kelamla birleştiğinde, tarihin akışını değiştiren bir güce dönüşür.