تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.” (Mülk - 1)
Surenin ikinci ayeti ise şöyledtir: “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”
Bu iki ayet, Müslümanlarnın dünya tasavvurunu tek cümlede kurar: mülkün sahibi Allah’tır; hayat ve ölüm de O’nun koyduğu bir imtihan düzenidir.
“Mülk” sadece sahiplik değil, mutlak tasarruf demektir. İnsanların egemenliği ödünç ve sınırlıdır; Allah’ın hükümranlığı ise başlangıcı ve sonu olmayan bir hâkimiyettir. Bu vurgu şirk anlayışını kökten reddeder: evrende “ortak” otorite yoktur. Kur’an başka bir yerde, “Allah’tan başka ilahlar olsaydı, düzen bozulurdu” der (Enbiyâ 21/22). Yani kozmik uyum, tek bir kaynağa bağlı oluşuyla anlam kazanır. “Her şeye gücü yeter” ifadesi de yalnızca korku üretmez; güven duygusu verir: kudret, keyfî değil, hikmetle işler.
Dikkat çeken sıra: önce ölüm, sonra hayat. Bu, ölümün yokluk değil, yaratılmış bir hakikat olduğunu hatırlatır. Ölüm sahnenin kapanışı değil, anlamlandırıcısıdır: sınırlı zaman ufku, ameli ciddiye almamızı sağlar. Ayetin ölçütü “kim daha çok” değil, “kim daha güzel amel işler.” Nitelik niceliğin önüne geçer. Klasik yorumların özeti şudur: “güzel amel” ihlâslı (niyet Allah için) ve isabetli olmalı (doğru ilke ve yöntemle). Böyle olunca küçük bir iyilik bile büyük bir gösterişten üstündür.
Ayetin sonundaki iki isim, Azîz (mutlak galip) ve Gafûr (çok bağışlayıcı), imtihanın psikolojisini dengeler. Yalnızca güç korkusu insanı kasıp kavurur, yalnızca bağış umutları ise gevşetir; ikisi bir arada sorumlulukla ümit doğurur.
O zaman şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: “Hayat anlamsız bir var oluş değil; ölüm de hiçlik değil.” Bu ayet, varoluşu “hayır üretme alanı”na dönüştürür. Ölüm ise o alanın terazisi ve ufku.
Bu ne kadar güzel bir açıklama: “Güzel davranmak yaratılış sebebi.” Evet: var olmanın çıtası “ihsan”dır; işi en iyi şekilde yapmak. Bu, ibadetten çalışma ahlâkına, kul hakkından çevreye kadar yayılır. Örneğin: kazançta helal-haram duyarlılığı, güç karşısında adalet, zayıf olana merhamet, dijital dünyada iftira ve linçten kaçınma… Hepsi “ahsenu ‘amelen”in güncel yüzleri.
“Evrende tek güç sahibi var; tanrılar olsaydı ortaya çıkar ‘biz de varız’ derlerdi.” Bu, tevhidin rasyonel zeminini işaret eder: yetki bölüşülseydi çatışma ve kaos kaçınılmaz olurdu.
“İnsan, neden insan olduğunu unutunca cirmine bakmadan inkâr eder.” Ayetin ima ettiği tam da bu: insan, sınırlı gücünü mutlaklaştırdığında ontolojik yerini şaşırır; kibir büyür, anlam küçülür.
“Modern toplum nihilist/pozitivist.” Pozitivizm yalnızca ölçülebileni hakikat sayınca, ölüm konuşulamaz bir “yokluk”a indirgeniyor; hayat da “performans”a. Ayet ise ölçülemez bir kalite ölçütü getiriyor: niyet, sorumluluk, merhamet, adalet. Böylece insanı “ne kadar yaptın?”dan önce “nasıl ve niçin yaptın?” sorusuna döndürüyor.
Eveat, bu iki ayet, insanı iki cümlede toparlar: Evrenin sahibi sen değilsin; emanetçisin. Sana verilen ömür, “daha güzel”i aramak için. Ölüm de bu arayışı ciddiye almamız için. Kısacası, tevhid aklı kurar; “güzel amel” ahlâkı inşa eder. Gerisi kîl ü kaldir.
M. Talat Uzunyaylalı