Hangi çağıma, hayatımın hangi anına ait olduğunu tam olarak anımsayamadığım bazı fotoğraflar var belleğimde.
İlki bir tren yolculuğundan:
Alnımı hiç durmaksızın titreyen kompartıman penceresine dayamışım. Buğulu, serin camın arkasında film gibi, sürekli değişen bir akşamüstü manzarası…
Sonbaharla kış arası bir zaman…
Güneş battı batacak. Her yer sarı, turuncu, mat...
Tren yolunun hemen kenarında iki katlı bir ev. İkinci katın dik duran bir tabutu andıran küçücük, korkuluksuz balkonunda çok yaşlı bir kadın, oturduğu tahta iskemleden ağır ağır ilerleyen treni -bizi- seyrediyor. Üç dört saniyeliğine göz göze geliyoruz. Hayatımda ilk defa gördüğüm o kadın, bir gayret bana el sallıyor. Birden içimi tuhaf bir ayrılık duygusu kaplıyor.
Hiç tanışmadığım bir insanla vedalaşıyorum…
Ve el sallıyorum ona…
Bu, ömür boyu sürecek tuhaf bir hasretin başlangıcı sanki…
★★
İkinci fotoğraf da yine bir yolculukla ilgili:
Babam, annem, amcam, Gülten Annem...
Baharın canlandırdığı vişne, kiraz, erik, dut ve iğde ağaçlarının üzerine kanat germiş büyük bir balkondayız. Güzel şeylerden bahsediyor amcam ve bir yolculuktan.
Bavullar var mavi kanatlı kapının önünde.
Kim, nereye gidiyor ki?
Babaannem ağaçları soruyor. Masmavi, dünya güzeli fakat görmeyen gözlerini boşluğa dikiyor. Ben, o yaşlardaki dört sayfayı doldurmaz sözcük dağarcığımla akasya ve kiraz ağaçlarının güzelliğini betimliyorum ona. Balkon tarifsiz güzel kokuyor.
Tam olarak ne zamandı? Bu önemli ayrıntıyı ne yazık ki tam anımsayamıyorum.
Ama öyle olsa da harikulade güzel bir gün…
İşte bunu çok iyi anımsıyorum.
★★
Tuhaf…
Gerçekten yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadığım iki andan söz ediyorum.
Hâlâ, şu anda bile var olup olmadığı hakkında kesin bir şey söyleyemediğim iki balkon…
Tren yoluna ve bir bahçeye sarkan; eski zamanlara doğru uzayan iki balkon…
★★
‘Gelişen Türkiye'nin insanları balkonu anlamadı. Onu salona, yatak ya da oturma odasına dahil ederken metrekare kazandığına sevindi de her evden bir düş odası eksildiğini fark etmedi’ diyor Enis Batur (1952, Eskişehir).
Geçmişi eleştirmiyor şair elbette bunu derken.
Çünkü geçmişin büyük verandalı, yemyeşil teraslı; tren yoluna ya da bir bahçeye, bir ırmağın serinliğine ya da bir pazar yeri kalabalığına uzayan balkonlu evlerini biliyor.
Fanus adını verdiği şiirinde
‘Benim bahçem nicedir yekpâre çöldür,
Tohum olup düştünüz
Tek tek her kum
Tanesi rüzgârı denedi, döndüler havada,
rüzgâr onları savurdu, gittim kentlere
ektim ruhumu : Kederim tuttu topraklar.
Döndüm geldim buraya, sizden bir serap
Doğmuş, ben gayrı ayrılmam kendimden,
güneşim akrepler için gurur, gecelerim
yıldız takımadaları, kapanırım üstünüze
derin fanus, soğuk sıcak kesilir
kendinize
beni büyük Prens seçin.’
diyen…
Bekleyiş adını verdiği şiirdeyse
“Yağmur yürüyüşüne çıkmıştık o gün,
Unutmam ben ayrıntıları, kimdi
Hatırlayamıyorum tabii, ne önemi olabilir
İsimlerin, evet yüzünü de getiremiyorum
Gözümün önüne, eylüldü, eylüllerden
Biri, cehennem kimdir diyordunuz?”
diye soran ozan, bir bahçeye, bir ırmağın serinliğine ya da bir insan topluluğunun üzerine ilgiyle, merakla, merhametle uzayan balkonlu evleri kutsuyor.
★★
Enis Batur’un ‘Gelişen Türkiye'nin insanları balkonu anlamadı’ derken eleştirdiği şey, hiç kuşkusuz bugün ve bugünün zihniyeti…
Özellikle de yozlaşmayı dışa vuran ucube mimari anlayış…
Soğuk beton duvarların yükselişi ve insanın kendi kendini -farkına varmadan belki de- o duvarların içine hapsedişi…
Ve derinleşen uçurumlar, büyüyen mesafeler…
Kendi kendimizle aramıza, başkalarıyla aramıza, sevdiklerimizle aramıza giren mesafeler…
Balkonları feda edişimizden farksızdır, kendimizi mesafelerle, hasretlerle, hülasa gurbetle tüketiyor oluşumuz.
★★
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur adlı romanının bir yerinde ‘Biz gurbetin insanlarıyız… Mesafenin terbiye ettiği insanlar…’ diyordu.
Farkına varıp bundan acı duya duya ya da hiç farkına varamadan, hepimiz bir biçimde ‘gurbet insanına’ dönüşüyoruz.
Usul usul…
İçten içe…
Gizliden gizliye…
Yaramızdan iltihap gibi sızan acı gerçek bu!