Söylediğimiz her şeyin arkasında ömür boyu durabilir miyiz?
Eğer hayatımıza yön veren ilkelerimiz, karşımıza çıkan yeni hesaplardan ve sürpriz fırsatlardan, çıkarlardan her zaman daha baskın olabilseydi…
Ve eğer arkasında durduğumuz şey sonsuza dek sadakati hak edecek kadar doğru, kusursuz, istikrarlı olsaydı tabii ki ‘Evet’!
Ama bu çok çok zor!
Çünkü aklını kullananların (?!) öyle fizikle matematikle açıklanamayacak biçimde zenginleştiği şimdiki yaşam, siyaset ve ekonomi düzeninde ‘koşullar nasıl değişirse değişsin yola çıkarken açıklanmış ilkeleri, sonradan karşılaşılacak bütün çıkarların üzerinde tutmak’ çelik gibi bir irade istiyor. Ve karakter...
Fildişi kulelerden çok yıkılmaz köprüleri önemsemek ise harbi akıl istiyor.
Bunlar ‘E, kolaymış!’ diyebileceğimiz şeyler değil…
Çünkü menfaatperestliğe hiç taviz vermeyen gerçek kahramanların, ‘kaçıracağı fırsatlardan ötürü’ (?) bırakınız el alemi kendi aile bireyleriyle bile çatışma yaşama ve dışlanma riskini göze almaları gerekiyor. Hatta kimi zaman bütünüyle teşkilat, hatta toplum dışına sürgün edilmeye bile peşinen razı olmaları gerekiyor.
★★
Yine de…
Her şeye rağmen…
Kendimizi aşabilirdik, zoru başarabilirdik…
Eğer eleştirilmekten korkmasaydık; egomuzu yenip güçlü ve zayıf yönlerimizi -dahası iyilikle ve kötülükle ilgili tüm potansiyellerimizi- tarafsız bir gözle, kendi basit dairemizden biraz dışarı çıkarak görebilseydik...
Ama bu kesinlikle dünyanın en zor işlerinden biri…
Bu, ‘insanın kendi kendine kıyabilmesi’ gibi bir şey ilk bakışta…
Öte yandan büyüteci kendi içimize tutmak, kendimizi ‘yin-yang’ sarmalının o müthiş felsefi derinliğinde keşfetmek anlamına da gelmektedir: İçimizdeki açığa çıkmayı bekleyen iyilik... Öyle bir şey var!
Ama yere göğe sığdıramadığımız iyi yanlarımızın aslında çok korkunç ve çok kötü potansiyeller, çok feci ve çok dehşet verici ihtimaller barındırdığını öğrenmeye nasıl tahammül ederiz?
Kolay işler arasında değildir böyle yüzleşmeler, itiraflar...
Bakınız: Guruların, yaşam koçlarının, çok satan kişisel gelişim kitaplarının ‘Bir çırpıda yapacaksın…’ diye üstüne ‘mümkünât’ mührü bastığı imkânsızlık hikâyelerinin aksine, insanın kendini aşabilmesi hiç kolay bi’şey değil!
Bu konuda gerçeği söyleyenler, pop-art çağının köşeyi dönmüş best seller yazarları değildir; gerçeği söyleyenler, bütün zamanlarda evrensel fikirlerin öncüsü olmuş, bunun karşılığında yoksullukla ve acılarla sınanmış, ilelnihaye ‘dokuzuncu köyden de kovulmuş’ filozoflardır.
★★
Bugün, filozofları tatmin etmeyen bir dünyada yaşıyoruz:
Amerika, AB, Rusya; Hıristiyan ittifakı, Müslüman ülkelerin dayanışması ya da petrolden arınıp bir türlü dayanışamaması; medeniyetler arası diyalog, yeni dengeler, modern titanlar, riya diplomasisi, barış, barışa karşı komplo teorileri vesaire vesaire…
Dünya ve uygarlık, apaçık kriz geçiriyor: Kalp değil, ’beyin krizi’…
İnsana, akla, bilgiye, gerçeğe, gezegenimize ve onu yücelten bilgi birikimine açıkça sırt çevirmişiz. Biliyoruz durumumuzu üstelik. Ne fena!
Bundan daha kötü, daha vahim ne olabilir ki?
Zenginlere bir bakın: Kimsenin kendi lüksünden feragat edip gerikalmışlara esenlik sunmaya niyeti yok!
Yoksullara bir bakın: Kimsenin nesnel nedenler ve sonuçlar arasında bağlantı kurmaya ve ‘böyle gelmiş, böyle gider’ düzenini değiştirmeye, durumu sorgulamaya niyeti yok!
Ve aslında çifte standartlarımıza, yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye, açlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe işe yarar çözümler üretemediğimiz her gün, ‘ötekileştirdiğimiz’ şeye biraz daha soğuyoruz.
Ya da aksine, kendimiz o ötekileştirdiğimiz şeye dönüşüyoruz.
Trajedinin özüyse şu:
Siyaset, sözlüklerde yer alan anlamının altında eziliyor artık; derin toplumsal sorunların siyasi yoldan çözüldüğü falan yok!
Allahaşkına, sizin hayatta olduğunuz süreçte hangi yoksul ülke, sırf diplomatik müzakere yoluyla -savaşmadan, çatışmadan, ağzı burnu kırılıp kan revan içinde kalmadan- herhangi bir zengin ülkeden minnacık bir hak koparabildi?
Biz, işte bu ‘tahrip gücü yüksek gerçeği’ bile görmezden gelip siyaseti sevebilirdik. En azından bir kısmımız, onu şimdi olduğundan çok daha olumlu, çok daha saygın bir şeymiş gibi algılayabilirdik.
Eğer siyasetçiler, hayata filozoflar ya da şairler gibi dokunabilselerdi…
Eğer halkları ve demokrasiyi güçlendirmek için kendi gücünden ve dokunulmazlığından feragat edebilecek siyasetçiler çoğunlukta olsaydı…
Bunu bize gösterebilselerdi…
Bu son cümlede ‘dokunulmazlık’ sözcüğünü yasama-yargı-yürütme terminolojisindekinden farklı bir anlamda kullandım. Bence asıl vazgeçilmesi gereken dokunulmazlık, ‘mahkemede dava edilememek’ durumu değil. Ben dokunulmazlığın beraberinde getirdiği ‘erişilememe’ durumundan vazgeçilmesi üzerinde duruyorum ve dolayısıyla vekiller ile asılların her geçen gün birbirinden biraz daha uzaklaşması gibi vahim bir sonuçtan söz ediyorum.
İnsan tenine yapışan korkunç ihtiyatı, o ölümcül zırhı tarif ediyorum.
Söylediklerim sadece bugünle ya da sadece şimdiki zamanın parlamenterleriyle ilgili değil…
Yüzyıllarca -bugün bile- silahlanmanın, çatışmaların, kavgaların, kışkırtmaların, ötekileştirmelerin; doğa tahribatının, ozonun delinmesinin, ağaç katliamının, iklim değişikliğinin ve buna bağlı büyük krizin, nükleer kirliliğin vs. vs. önüne geçmeyi başaramamış ve uzlaşı sanatı olmaktan çıkmış ‘siyaseti’ sevebilmemiz artık kolay değil!
Mümkündür belki; hatta zorunludur da ama kolay değil!
Velev ki asfaltın ve betonun ve otoyolların ve deniz dolgusunun yükselttiği yeni imparatorluklar, bütün dünyada siyasetin görkemli varoluş anıtları gibi takdim ediledursun…
Elbette fikrim, sadece beni bağlar.
Bir kısmımızın -benim gibi düşünenlerin aksine- siyaseti, siyaset sosyolojisini ve siyaset ekonomisini kutsaması olağandır ve o eğilim de zaten sadece bizim çağımıza özgü bir şey değildir.
Birlikte asıl düşünmemiz gereken şey ise siyasetin neden bazı kimselerce sevilmediği sorusudur. O ‘kimseler’ kimlerdir mesela? Keza; siyaseti gençlere sevdirmek, daha doğrusu siyasetin doğru tarafını üste çıkarmak için kimlerin, neler yapması gerektiği de tümüyle ayrı bir sorunsal.