Tarih çoğu zaman koca koca harflerle yazılır sanırız ama bazı isimler var ki; onların hikâyesi sessiz bir dua gibi geçer zamanın içinden. Erzurum’un karla örtülü sokaklarından, soğukla pişmiş bir azmin içinden çıkıp gelen Kurmay Albay Ahmet Tevfik’in hikâyesi de işte böyledir. Ne manşet oldu ne de çokça anıldı. Ama o, bir milletin kaderine harf harf yazılmış bir inançtır, sabırdır, vefadır.
1874 yılında Erzurum’da doğdu. Öyle bir şehirde ki, o yıllarda Osmanlı’nın doğudaki kilit taşıydı. Rus Harbi’nin izleri henüz tazeydi, 93 Harbi (1877-78) Erzurum’u hem fiziken hem ruhen yormuştu. Şehrin taş duvarlarına kazınmış bir çöküş vardı ama halkında yitmemiş bir iman… O yıllarda Erzurum sadece doğunun sınır kalesi değil, aynı zamanda millî hafızanın ve direniş ruhunun da merkezlerinden biriydi. Kışlar uzundu, yoksulluk derindi ama vatan sevgisi ateş gibi yanardı ocaklarda.
Ahmet Tevfik böyle bir şehirde büyüdü. 17 yaşında Harp Okulu’na girdiğinde, sadece bir meslek seçmemişti; milletine adanmış bir ömrün kapısını aralamıştı. 1891’de askerliğe adım attı, 1897’de kurmay yüzbaşı oldu. O tarihlerde dünya çalkantıdaydı: Sanayi Devrimi Avrupa’yı dönüştürürken, Osmanlı İmparatorluğu kendi içindeki çözülmeyi önlemeye çalışıyor, bir yandan da Batılı emperyalistlerin kuşatmasına karşı direniyordu.
Ahmet Tevfik, bu tarihsel fırtınanın tam ortasında, çoğu zaman göz önünde olmayan ama hep merkezde duran bir görev adamıydı. Edirne’de istihkâm inşaatlarında çalıştı, Boğazlar’ın güvenliği için görev aldı. Erzurum’un tahkimatı için kurulan komisyona katıldı. Yanya’dan Selanik’e, Halep’ten Çatalca’ya kadar memleketin dört bir yanına gitti. Her görev, bir başka cepheydi; bazen bir dağın yamacında, bazen bir nehrin kenarında...
1914’e gelindiğinde Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Dünya paylaşım savaşına girmişti. Almanya ve Avusturya-Macaristan ittifakı karşısında İngiltere, Fransa, Rusya üçlüsü saf tutmuştu. Osmanlı, çöküşe giden adımlarını geciktirmek için Almanya’nın yanında yer aldı. Anadolu’nun doğusu ise büyük acıların sahnesi oldu. Sarıkamış’ta binlerce Mehmetçik soğuktan can verirken, Erzurum bir kez daha doğunun yüreği, direnişin siperiydi.
Ahmet Tevfik, bu dönemde sadece savaşan bir subay değil, düşünen ve geleceği gören bir münevverdi. Almanya’ya gönderildiğinde Avrupa askeri stratejisini bizzat inceledi. Döndüğünde Harp Tarihi Şubesi’nde görev alarak, geçmişten geleceğe dersler çıkarmaya çalıştı. Çünkü onun için vatan müdafaası sadece tüfekle değil, fikirle de yapılmalıydı.
O günlerde İstanbul sarayla meşguldü, Anadolu ise kendi göbeğini kendi kesmeye hazırlanıyordu. Mondros Mütarekesi imzalanmış, ordular terhis edilmiş, umutlar dağılmıştı. Ama Ahmet Tevfik gibi bazı yürekler hâlâ ayaktaydı. O, Anadolu’nun sesini, buğday kokan rüzgârında, çocukların mahzun gözlerinde duyuyordu.
4 Mart 1921’de hayata gözlerini yumdu. Sakarya’dan önceydi… Büyük Taarruz’dan, İzmir’in kurtuluşundan evveldi. Ama biliyoruz ki o, kurtuluşun isimsiz öncülerinden biriydi. Sessizdi, mütevazıydı. Onun gidişi, bir ağıt değil bir vakardır. Çünkü vatan için yaşayıp vatan için ölenlerin ardından sessizlik en yüce marştır.
Bugün Erzurum’un sert rüzgârları Palandöken’den süzülürken, belki onun hatırası bir kuşun kanadında, bir çocuk gülüşünde, bir dualı çorba kazanındadır. Bilinsin ki bu toprakların huzuru, onun gibi adamların sessizliğinde saklıdır.
Ruhun şâd olsun Kurmay Albay Ahmet Tevfik…