Bazı hayatlar vardır; ne anıtlarla hatırlanır ne de kitaplara konu olur. Onlar, görevlerini sessizce yapar, milletin en zor günlerinde gövdesini siper eder, ardından sessizce çekilip gider. Erzurumlu Yarbay Osman Besim Akar da işte böyle bir hayat yaşadı.
1872’de, Osmanlı’nın sancılı yıllarında, Palandöken eteklerinde doğdu. Erzurum, o yıllarda hem doğunun kalesi hem de imparatorluğun çalkantılı gündeminin içinden geçmekteydi. Rus tehdidi, göçler, yoksulluk ve çöküş sinyalleri her yanını sarmıştı. Ama yine de her sokakta bir umut, her evde bir dua vardı: "Bu topraklar sahipsiz kalmaz!"
Osman Besim, işte bu atmosferde Bekir Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Daha çocuk yaşta, karlı dağların ardındaki tehditleri sezmiş gibiydi. 1891’de Harp Okulu’na girdi. O dönemde Avrupa sanayi devrimini yaşarken, Osmanlı ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Balkanlar karışık, Yemen kanlı, payitaht yorgundu.
1894’te teğmen olarak mezun olduğunda, kader onu Anadolu’nun en çetin coğrafyalarına gönderdi. Süvari birliklerinde yıllarca görev yaptı. Alay alay dolaştı; Aşiret Alayları’nda Türk’ün at sırtındaki onurunu temsil etti.
1914... Birinci Dünya Savaşı patladığında, artık kıdemli bir subaydı. 14. Aşiret Süvari Alayı Komutan Vekili olarak Diyadin Gediği’nde Ruslara karşı savaştı. Orada esir düştü. Altı yıl... Dile kolay... Yıllarını zindanlarda geçirdi. O yıllarda Erzurum işgal altında kaldı, halk açlık ve kıtlıkla sınandı. İstanbul işgal edilmiş, Anadolu’da Kuvâ-yi Milliye filizlenmeye başlamıştı.
1920’de esaretten döndüğünde dünya artık bambaşkaydı. Osmanlı yoktu. Yerine, bağımsızlıkla yoğrulmuş genç bir Cumhuriyetin ilk adımları atılıyordu. O, hiç durmadı. 9. Kolordu, 7. Süvari Tümeni, Badilli Aşiret Alayı derken Kurtuluş Savaşı’nda da yine at üstünde, milletin ön saflarındaydı.
Hayatının hiçbir döneminde “ben” demedi. Her zaman “vatan” dedi. Ne terfilerle övündü, ne de aldığı nişanlarla. Oysa Beşinci Dereceden Mecidî Nişanı’na ve TBMM tarafından verilen kırmızı şeritli İstiklal Madalyası’na layık görülmüştü.
1928’de emekli olduğunda, ardında anlatılmamış bir kahramanlık destanı, binlerce kilometre yol, yüzlerce çarpışma ve vatan için tüketilmiş bir ömür bıraktı.
Ve 3 Kasım 1938’de, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün ebediyete yürüyüşünden yalnızca birkaç gün önce bu dünyadan ayrıldı. Adeta son nöbetini de tamamladıktan sonra gözlerini yumdu.
Erzurum’un sokakları, o gün bir vatan evladını daha sessizce uğurladı. Bugün adını hatırlayan çok az kişi olabilir. Ama onun yürüdüğü yollar, uğruna savaştığı bayrak ve özgürlük, hâlâ bu topraklarda yaşıyorsa; o görevini layıkıyla yapmış demektir.
Ruhu şad olsun.
O’nun gibi adamlar, unutulmak için değil; hatırlandıkça güç bulmak için yaşar.