Çok değerli eğitim girişimcisi sevgili Şule Noyan, epey uzun zaman önce sosyal medyada paylaşmıştı bu güzel metni: Brenda’nın hikayesi
Aslında herkesin, hepimizin hikâyesi bu…
Üstüne çığ gibi inen sıkıntılardan ötürü ‘Bu yükü niye taşıyorum; niye ben?..’ diye kendi iç hesaplaşmasına sürüklenen okurlarım varsa onlar için naklediyorum Brenda’nın, Hazreti Süleyman’ın, bir karıncanın ve aslında hepimizin ortak hikâyesini…
★★
‘Brenda, ileri derecede görme engeline rağmen yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Cesaretini topladı ve bir gün, bir grupla tırmanışa katıldı.
Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşısına. Deneyimli rehber, kendilerini karşılayan dağı bütün gerçekliğiyle betimledi Brenda’ya; ama o tüm korkularına rağmen vazgeçmeyecek kadar azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi kavrladı ve kayanın dik yüzeyinde tırmanmaya başladı.
Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda emniyeti sağlayan kişi dalgınlığa düşüp ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip Brenda’nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu. Genç kadın, lensi olmadan bir metre ötesini bile göremezdi. Üstelik lens çok küçüktü ve yalçın kaya yüzeyinde bulunması neredeyse imkansızdı.
Brenda artık her şeyi bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde lensini bulabilmek için Allah’a dua edebilirdi yalnızca...
Ve öylece dua etmeye başladı: ‘Allah’ım, sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de bilirsin. Onu bulmama yardım et…”
Tırmanış bitmişti talihsiz kadın için…
Kaya oyuklarına tutuna tutuna, patikalardan biraz aşağıya kadar indi. O noktada gruptan birileri de Brenda’ya eşlik etmeye başladı. Beş on metre aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grupla karşılaştı. İçlerinden biri ‘Aranızda lens kaybeden var mı?’ diye bağırdı.’
…
Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens tırmanıştaki dağcıların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:
‘Allah’ım! Ben bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır; ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım...’
★★
Muhtemelen duymuşsunuzdur, buna çok benzeyen bir hikâye de Hazreti Süleyman’a atfedilerek anlatılır.
Hani, kendisinin değil de hiç tanımadığı kurbağanın rızkını güç bela taşıyan ve yazgısını metanetle sineye çeken, hatta onunla mutlu olan karıncanın hikâyesi…*
Brenda’nın hikâyesi ya da Hazreti Süleyman’ın hikayesi, gerçekte aynı evrensel mesaja yaslanır ve ‘Ben bu ağır yükü niye taşıyorum?’ diye soran herkes için aynı yanıtı verir:
Hepimiz, bizi sorgulamaya ya da hesaplaşmaya iten ağır yükler taşıyoruz. Öyle değil mi? Ve kim bilir, kim için taşıyoruz o yükü? Kim bilir, kimin hayatını olumlu yönde değiştirmek için?
Belki de bizi yoran bu yük, bu kahır, bu elem dolu yürüyüş, bir başkasının kurtuluşu ve varlık gerekçesi oluyordur…
Özetin özeti: Sıkıntımız büyük olsa da gönlümüzü ferah tutmak için çok güçlü bir sebebimiz var; derdimizi, çabamızı, fedakârlığımızı ‘belki balık bilmez ama Hâlık bilir’…
Mutlaka bilir!
★★
*: Peki neydi Hazreti Süleyman’la karıncanın hikâyesi, dilerseniz onu da hatırlayalım. Bu güzel metin için de sevgili kız kardeşim, ‘canbacım’ Deniz’e teşekkür ediyor, ona ve Erzurum’uma hasret heybesine doldurup çokça selam gönderiyorum.
Rivayet bu ya...
Hz. Süleyman, bir gün göl kıyısında oturuyordu. Bir karıncanın ağzındaki kocaman yeşil yaprağı güç bela sürükleyerek ve suya batıp çıkarak yürümeye çalıştığını gördü. Onu hayranlıkla seyretti...
Karınca tam göl kenarına ulaştığında sudan çıkan bir kurbağa yaprağı ondan kapıverdi. Ardından tekrar suya döndü.
Hz. Süleyman o anda karıncaya sordu:
-Biliyor musun, bu işin sırrı ne?
Yorgun karınca Süleyman’a şu cevabı verdi:
-Bu deryanın ortasında Allah bir taş yaratmış. O taşın içinde de bir böcek yaratmış. Beni onun rızkına sebep etmiş. İşte sır bu. Ben her gün ona yetecek kadar rızkı göl kenarına getiririm. Allah’ın kurbağa suretinde yarattığı bir melek de o rızkı benden alır, böceğe ulaştırır. O böcek, Allah’ın kudretini görür ve şöyle der: Allah öyle yücedir ve öyle cömerttir ki beni yarattı, gölün kıyısında ve taşlar arasında bana bir mekân verdi. Ben küçücüğüm, hiçbir şey kadarım ama o benim rızkımı da unutmadı...
...
Öyleyse... Sırf sözde değil, özde de ümit, her şey.
Önce halk edene, sonra halk edilene ve en son da muhakkak kendine güven; ümidini asla yitirme!
Ve çalış tabii, çok çalış. Ümitli olmayı hak edesin diye...
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Pusula yazıları arşivinden bugüne uyarlanmıştır.