Tiençin’de rüzgâr hafifçe Uzakdoğu’nun kokusunu taşırken, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın diplomasi koridorlarındaki adımları, Türkiye’nin geleceğe dair yön arayışının nabzını tutuyordu. “Doğu’ya bakarak, güneşin sıcaklığını hissedebiliriz.” Bu söz, zirvenin ilk anından itibaren zihnime kazındı; çünkü Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Teşkilatı 25. Zirvesi’ndeki hareketleri, sadece bugünün dengelerini değil, yarının stratejik çerçevesini de çiziyordu.
Zirvede Türkiye’nin diplomasi trafiği Çin’den Rusya’ya, İran’dan Pakistan’a, Azerbaycan’dan Ermenistan’a uzanan geniş bir coğrafyayı kapsıyordu. 2024 verilerine göre Türkiye’nin Çin’den ithalatı 44,9 milyar dolar düzeyindeyken, ihracat yalnızca 3,4 milyar dolarda kalmıştı. Bu rakamlar, işbirliğinin simetrik olmadığını gösteriyor ama aynı zamanda Türkiye’nin Batı’nın daralan ekonomik koridoruna alternatif bir yol arayışını da ortaya koyuyor. Rusya’dan enerji temini ise hâlen kritik bir parametre: Petrol ve petrol ürünlerinde Rusya’nın payı yüzde 68, doğalgazda yüzde 40’ın üzerinde. Enerji arzı güvenliği sadece ekonomik değil, siyasi ve stratejik bir nüktedir ve Cumhurbaşkanımız burada dengeli bir ilişki yürütmenin önemini net biçimde ortaya koyuyor.
Pakistan ve İran’la yapılan görüşmelerde öne çıkan başlıklar enerji ve Gazze meselesiydi. Türkiye burada yalnızca bir devlet değil, adeta İslam dünyasının vicdanı gibi konuştu. Ancak bölgedeki çıkar farklılıkları, dayanışmayı sınırlıyor; yine de Ankara moral liderlik rolünü sürdürmeye devam ediyor. Zirvenin en kritik boyutu ise Azerbaycan ve Ermenistan’la yapılan görüşmelerdi. Bir yanda “tek millet, iki devlet” dediğiniz kardeş Azerbaycan, diğer yanda yıllardır kapalı kapıları aralamaya çalışan Ermenistan… Cumhurbaşkanımızın bu iki görüşmeyi arka arkaya yapması, Türkiye’nin Kafkasya’daki kilit rolünü apaçık ortaya koydu. Eğer bölgede kalıcı bir barış kurulacaksa, Ankara’sız kurulamayacağı net biçimde görüldü.
Zirve sonunda kabul edilen Tiencin Deklarasyonu, çok kutuplu dünya düzenine işaret etti. Batı merkezli sistem sarsılırken, Şanghay masası alternatif güç dengelerinin sembolü haline geldi. Türkiye’nin bu tabloda yer alışı, bana göre şu mesajı taşıyor: “Ben sadece NATO üyesi değilim; Doğu’nun da, Batı’nın da diliyle konuşabilirim.” Cumhurbaşkanımızın vizyonu, Türkiye’yi hem Atlantik paktında hem de Asya’nın küresel masasında söz sahibi bir ülke hâline getiriyor.
Türkiye’nin dış politikası, tek bir kanada sıkışmayacak kadar geniş ve çok katmanlı bir yapıya sahip. Enerji koridoru olarak Karadeniz’den Akdeniz’e, Hazar’dan Avrupa’ya uzanan hatlar, Türkiye’yi bölgesel ve küresel ölçekte önemli bir aktör hâline getiriyor. Kafkasya’da barış süreci hızlanırsa, Türkiye yalnızca arabulucu değil, istikrarın mimarlarından biri olabilir. Aynı anda Washington, Moskova ve Pekin ile ilişkileri yürütmek kolay değil; ama Cumhurbaşkanımızın en büyük avantajı, hiçbir kapıyı kapatmaması ve çok taraflı dengeyi yönetme becerisidir.
Tiençin’den dönerken aklımda şu düşünce kaldı: Türkiye’nin gücü, tek bir ittifaka sıkışmasında değil; çok taraflı dengeyi koruma maharetinde yatıyor. Ve bu maharet, Cumhurbaşkanımızın önderliğinde Türkiye’yi sadece bölgesel değil, küresel siyasetin de vazgeçilmez aktörlerinden biri yapabilir. Belki de önümüzdeki yıllarda, dünyanın yeni dengeleri şekillenirken, Türkiye’nin sesi her zamankinden daha güçlü duyulacak ve bu ses, tarihin bize bıraktığı derslerle birleşerek, geleceğe yön verecek.