Erzurum ağabeylerinden Hüseyin Avni Ulaş, 1877 yılında Kümbet köyünde doğdu. İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra avukat olarak çalışmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında askere alındı ve Doğu Cephesi’nde Ruslara karşı savaştı. Savaş sonrasında Erzurum’a dönerek Hazine Avukatlığı yaptı. Mondros Mütarekesi sonrasında işgallere tepki olarak Müdafaa-i Hukuk hareketine iştirak etti.
Erzurum Kongresi’ne katıldı ve 1919 seçimlerinde Erzurum’dan mebus seçilerek son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girdi. İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ın çalışamaz duruma düşmesi üzerine Ankara’ya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne katıldı.
Hüseyin Avni Bey, Meclis içinde muhalif bir ses olarak yer aldı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, İcra Vekillerinin seçim yöntemi ve Başkumandanlık Kanunu, Lozan Antlaşması gibi konularda eleştiri yaptı. Meclis yetkilerinin kısıtlanmasına karşı çıktı ve çıkarılan yasaların tam uygulanmadığını dile getirdi. Mustafa Kemal Paşa ile tartışmalara girdi.
Hüseyin Avni Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekilliği görevini de üstlendi. Ancak, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışma süresi sona erince Mustafa Kemal Paşa, İkinci Grup mebuslarının üzerini çizdi. Hüseyin Avni Bey’in aktif siyasi hayatı da böylece sona erdi. İstanbul’a giderek avukatlık yaptı. 1945’te Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu. 22 Şubat 1948’de İstanbul’da vefat etti.
Yol ayrımı: Lozan Konferansı
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace’ta imzalanmış, fakat üzerinde hâlâ tartışmaların sürdüğü bir barış antlaşmasıdır.
Bu anlaşmayı Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olarak da değerlendirmişlerdir. Ancak, antlaşma öncesi tasfiye edilen 2. Grup üyesi vekiller Lozan maddelerine çeşitli itirazlar ileri sürmüşlerdir. Bu itirazların en etkili sedası Hüseyin Avni Ulaş Bey olmuştur.
Şunu da ilave etmemiz gerekir: Lozan konusundaki eleştiriler sadece II. Grup üyeleri tarafından yapılmamıştır. Meclis müzakerelerinde Konya Mebusu Refik Bey, Lazistan Mebusu Osman Bey, Erzurum Mebusu Durak Bey, Antalya Mebusu Rasih Efendi, Karesi Mebusu Basri Bey gibi mebuslar da 2. Grup mebusları gibi, Lozan antlaşması maddeleriyle ilgili eleştirilerde bulunmuşlardır.
Sonuç olarak, Yunanlıların topraklarımızdan çıkarılmalarından sonra müttefik devletlerle yapılacak barışın esasları Lozan Konferansı’nda görüşülmüştür. I. Dönem görüşmelerde uzlaşmaya varılamadığı için görüşmeler kesilmiş ve Türk Heyeti, takip edilecek politika hakkında Meclisten bilgi almak için Ankara’ya dönmüştür. Ancak 27 Şubat 1923 tarihinden 6 Mart 1923 tarihine kadar yapılan müzakerelerde Mecliste birlik sağlanamamış, müzakereler Hükümet ile II. Grup üyeleri arasında yaşanan bir mücadeleye dönüşmüştür. II. Grup üyeleri Musul Meselesi ile iktisadi meselelerin tehir edilmesi ve Karaağaç’tan vazgeçilmesi gibi konularda muhalefet etmiş ve müzakereler genellikle kargaşa içinde devam etmiştir.
Meclisin Lozan konusunda uzlaşmaya varamaması üzerine, I. Grup üyelerinin önerisi sonucunda Türkiye Büyük Millet Meclisi, II. Grup üyelerinin karşı çıkmasına rağmen, Lozan’da takip edilecek politika konusunda Hükümete yetki vermiştir.
Lozan Konusundaki sorumluluğun tamamen hükümete devri sorunlara çözüm getirmemiştir. Çünkü Lozan görüşmeleri Mecliste daha önceden var olan muhalefet hareketinin daha da büyümesine ve şiddetlenmesine yol açmıştır.
Bu da Lozan’da kabul edilecek barış esaslarının Meclise kabul ettirilemem ve hükümetin düşmesi kaygısını ortaya çıkarmıştır.
Bunun üzerine I. Grup üyelerinin önerisi sonucunda, TBMM, 1 Nisan 1923’te Meclisin yenilenmesine karar vermiş ve 2. Grup mebuslar Kemal Paşa tarafından aday gösterilmemiş, bağımsız aday olanların da seçilmesi engellenmiştir. Böylece, Lozan Antlaşması Meclis muhalefeti olmadan, onaylanmış ve böylece geçerli kılınmıştır.
Kemal Tahir ve Lozan
Kemal Tahir, milletvekili değildir; o, bir münevverdir; bir edebiyat adamı ve etkili bir roman yazarı. İmparatorluğu bütün kurumlarıyla tasfiye edilmesini, o da, 2. Grup mebusları gibi içine sindirememiştir. Tahir’in, Esir Şehrin İnsanları romanın son cildinde roman kahramanlarının ağzından bize Lozan’la ilgili şu vicdani muhasebeyi yapar:
“Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?...
Bir dünya imparatorluğu, yüzyıllar boyu, yüzlerce nesillerin birleşik gayretiyle, kanları, canları, malları pahasına doğmuş, kökleşmiş, gelişmiş, yaşatılmıştır. Tarihin bir döneminde, herhangi bir nesil, tek başına bu tasfiyeye karar verebilir mi? ‘Veririm’ derse bu kararın meşruluğu hangi vesikalarla ispatlanır? Yani bir imparatorluğun tasfiyesinde taraflar nasıl meydana gelir? Vekâletnameleri hangi noter tasdik eder, veraset ilamlarını hangi mahkemeler çıkarır?...
Durumun gerçeği şudur yavrum! 1908’in padişahçı İttihatçıları imparatorluğu yıktılar, 1923 Kuvayı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular. Peki neydi tasfiye edilecek miras? Yedi yüz yıllık bir dünya imparatorluğu...
Ne durumdaydı son zamanlarda bu imparatorluk acaba? O kadar uzağa gitmeyelim, 1908’de İttihatçıların eline geçtiği zamanın durumunu soruyorum, yani bundan tam yirmi iki yıl öncesinin durumunu...
1908’de İttihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üç yüz seksen üç bin kilometrekare toprağa sahipti…
1908’de Bosna-Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu. Sayıldığı için de nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan, yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras Osmanlının sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya... Karşımızda yirmi iki devlet...
Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Anlaşması’nın bütün oturumları ne kadar sürmüştür?... Beş buçuk ay...
Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki çeşitli anlaşmaları, bunlardaki incelikleri getir gözünün önüne...
Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırka yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara...
Bu iyiliğimize karşı İngiliz Generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek, dört milyon üç yüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde...
Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlarından bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usullerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz…
Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik. Sırası geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik. Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama bize zorla da ‘Bağışladık’ dedirtemezlerdi. Diyelim ki, bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hatta işkenceyle bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar kişiler arasında da toplumlar arasında da, bütün tarih boyu geçerli sayılmamıştır. İlk fırsatta böyle bir imza reddedilir. İşkencecilerin yakasına sarılınır. Yoksa bu durumda, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde, ‘Megalo İdea’dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihsel istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Yunanlılar, çeşitli zamanlarda, On İki Adalar’ı, Kıbrıs’ı istediler, bazı fırsatlardan yararlanarak sözler de aldılar. Şimdi, fırsat elverdikçe bunları kazanmaya çalışacaklar. Nitekim Anadolu’da yenildikleri halde, Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı bile başardılar, sanki biz yenilmişiz gibi...
Böyledir milletlerin milli amaçlarına varmaları...
Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun ki gerçek kurtuluş budur, ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun! Bu da bir kurtuluştur ama öyle pek övünülecek, kasınılacak çeşitten sayılmaz. Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz. Sözgelimi, Bolşevikler, Çarlık İmparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim Fransa Cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu rejim değiştirdik bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar…
Bağışlamaya hakkın yok! Babanın malı değil! Her fırsatta isterdik, dengine düşerse alırdık! Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika başka türlü olurdu: Tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Dünyada çok az milletin eline geçmiştir bizimki kadar büyük tarih birikimi...
Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz…
Neden sana yenik düşmüş gibi geldi, bir tek adam karşısında koca bir iktidar? Hem de askeri bir zafer kazanarak gelmiş bir iktidar? Çünkü Anadolu-Yunan savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun, sağlamca sürdürülebilsin! Bir düşünsene... Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan savaşına Kurtuluş Savaşı demek...
Bu savaşa İstiklal Savaşı da, hâşâ, denemez! Çünkü biz hiçbir zaman milli devletimizi yitirmedik. Hatta doğrusu istenirse, 1920-23 arasında bizim bir değil, iki devletimiz vardı. Bir dönemde sözler bu kadar karıştı mı, dikkat ister!..
Siz Cumhuriyet çocukları, ‘Gözümüzü zaferde açtık,’ avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın! Biz, Batı’yla er geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız! Bunu gerçekten yapmadıkça, Batı’ya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz. Bunu böyle bilip işinizi ona göre tutasınız!”
Fotoğraf: Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş Bey