Ömür levha levha, fotoğraf kareleri gibi. İçinden dışına taşan, dışından içine dolan duygular ve düşünceler.
Kaç ramazan oldu. Kimi güze, kimi kışa, kimi bahara, kimi yaza denk gelen.
Kiminde çocuktu. Mavi kareli mintanının kollarını bileklerine kadar toplamış, ıslatılmış saçlarını yana taramış, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıydı.
Bazı ramazan soğuk, karlı, buzlu, donuk, gökyüzü altında parıldayan evlerin, camdan yansıyan ışıkları görünürdü. Uzaklarda çok uzaklarda adını bilmediği köylerin göz kırpan, fırıl fırıl yanıp sönen ışıkları. Büyülenmişcesine durgun, sessiz sokakları şehrin. Camları buğulanmış, içerisi insan kaynayan kahvehanelerinde bir elini yanağına dayamış uyuyan bir adam.
Evinde dünden kalma parça ekmekleri yoğurdun çalkalamasında; lokma, lokma doğrayan baba. Evin bayramı; bayramdan önce hane halkının iftar sofrasında buluşmasıydı. Dışarıdan atılacak iftar topunu bekleyen müezzinler, müezzinlerden ezanı bekleyen yürekler. Sanki ilk lokmayı, suyun ilk yudumunu ruhuna doyuran, ruhuna içiren yürekler. Bedenden önce dua ile iftar açan yürekler. Radyoda neye üfleyen nefes, sofranın etrafını kuşatan hava çadırı gibi, yorgun ve aç bedenlere.
Gurbette yalnız, gurbette bir başına oruçlu ve iftar vaktinde yer arayan bir kişiydi. Koskoca memleket enva-ı çeşit dükkânlar, lokantalar, çorbacılar ve daha neler neler. Cebinde parası olsa da bir şehir de yalnız ve garip olmak ne buruk bir his idi. Bir sokak içinde salaş bir mekânda, alçak masalı bir köşede iftarını açmak. Her zaman ezberden farkına varamadığı duasını, bugün bu iftar vaktinde, buğulu gözlerle, sessiz, sessiz, duya duya okuyordu. Hüznün hep insanlara has olduğunu kim söyleyebilirdi. Dışarıda yağan yağmurun sesi, makamı efkâr kokan bir sesle, inceden inceye yere iniyordu. Yerdeki kümelenmiş sulara çarpan insan ayakkabıları. Otomobillerin suları yaran, çığlık atan lastikleri.
Çok uzak bir diyarda uzun bir yaz gününün ramazan akşamına doğmaya hazırlanıyordu ay ve yıldızlar. Gökyüzü alabildiğine açık bir atlas gibi yeryüzüne örtünmüş neşeyle bakıyordu. O vatani borcunu yaptığı, vatanın bu uzak köşesinde şimdi iftar hazırlığı yapan, aylardır görmediği anasını düşünüyordu. Oysa onun memleketinde iftar çoktan açılmıştı. Belki anası sofra bezini besmele ile toplamıştı bile. Babası ekmek kırıntılarını avucuna sıkıştırmış çoktan yemişti bile. Kuşlar çoktan yuvalarına çekilmiş, kedi sobanın mermer altlığında sıcacık yerini almıştı bile. Mevsimler birbirine karışmış, hayal âlemi içinde perde perde dolaşıyordu.
Üzüm bahçesinde, asmaların altında iftar vaktiydi. Masada madeni sürahi, madeni bardak, koskoca karavanadan tabak dolusu irmik helvası, asker ocağında en sevdiği tatlıydı.
Ömrün seneleri adeta bir takvimin bir iki aylık yaprağı misali geçmişti. Ömür dediğin neydi; hızın dahi hızını kaybettiği zaman çarkı levha levha, çizgi çizgi.
Nizamettin KORUCU