Ulusların gerçekten bağımsız olup olmadıkları, ‘kullandıkları dilin kendi sözcükleriyle o ulusun özgürlük düşünü dile getirmeye yetip yetmeyeceği ile’ de ölçülebilir.
Ve elbette bu kıstas bizim için de geçerli…
‘Bağımsız mı yoksa işgal altında mı?’ diye yine kendisini kullanarak tartışadurduğumuz Türkçe, UNESCO verilerine göre iki yüz milyonu aşkın insanın konuştuğu bir soy dil. Bu özelliğiyle, Çince, Hintçe, İspanyolca gibi ‘büyük insan kitlelerinin konuştuğu diğer büyük soy diller’ arasında...
Bükreş’ten Pekin’e kadar, İpek Yolu boyunca, karadan yapacağınız bir yolculukta Türkçeden daha iyi bir pasaportunuz olamaz; Türkçe konuşan insanların çoğu bu yörüngeye oturan asil ve baş döndürücü bir dil haritası çiziyorlar.
★★
Türkçemiz, Avrasya’nın neredeyse resmi dili sayılır ve bundandır ki sözünü ettiğim hayalî yolculukta hangi kente giderseniz gidin, dilimizi konuşan, Türkçenin farklı ağızlarından, şivelerinden, lehçelerinden birini bilen kişilere mutlaka rastlarsınız:
Moğolistan’da Tunguzlar, Sarı Uygurlar; Ural-Altay dağlarının Kafkasya ile kurduğu devasa üçgende Yakutlar, Çuvaşlar, Kazanlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Özbekler, Kırımlılar, Türkmenler, Azerbaycanlılar, Kumuklar, Karaçaylılar, Balkarlar, Tatarlar; daha batıda Transilvanya’da Gagavuzlar (Gök Oğuzlar), Çıtak Türkleri; Yunanistan ve Bulgaristan’da Batı Trakya Türkleri, hatta Kuzey-Doğu Afrika kıyılarındaki kimi Türk boyları bizimle aynı dili konuşup, aynı iletişim malzemesini paylaşıyorlar…
‘Biz’ dediğimizde de demin boylarını sıraladığım topluluğa seksen milyonu aşkın bir nüfus eklemesi daha yapmış oluyoruz...
★★
Biz Anadolu Türkleri, Türkçenin tüm kullanım haklarını yalnız kendi egemenlik sınırlarımızda -selahiyetimizde- görmeye alışmışız. Halbuki Türkçenin yaşam bölgesinde iki yüz milyonu aşkın insan, yirmiye yakın devlet, bir sürü lehçe, onlarca şive, yüzlerce ağız var...
Ve bir tek dil: Türkçe
İnanılmaz!...
Bu müthiş güç ve birikim yalnızca bir asırla, bir bölgeyle, bir çağla ve Misak-ı Milli hudutlarıyla kimlik buluyor olamaz!
Dede Korkut Hikayeleri’ni, Türk mitolojisinin en eski ürünlerini ve Manas Destanı’nı ve yazılı tarihimizin -şimdilik- doğum belgesi niteliğindeki Göktürk Yazıtları’nı doğurmuş diyarları, belki hiç gidemeyeceğimiz kadar uzak yerleri ve dilimizi doğuran, büyüten binlerce yılı bu görkemli gövdenin dışında sayabilir miyiz?
Bütün ihtişamına karşın Türkçenin, daha doğrusu bu dili şimdilerde ‘gelecek kuşaklardan emanet almış olarak’ kullananların önemli sorunları, zaafları, duyarsızlıkları, ihmalleri de yok değil ne yazık ki. Aklı başında ne kadar dilbilimcimiz varsa, hepsi avaz avaz anadilimizin tehdit altında olduğunu duyurmaya çalışıyorlar...
Kime?
Tabii ki yalnızca yetkililere, akademisyenlere, sözü geçenlere değil; bu dili kullanan herkese...
Hatta özellikle sokakları dolduran çoğunluğa sesleniyorlar.
Dili onlar var ediyor çünkü...
Ya da yok ediyor usul usul...
★★
Dilimizin başka dillerin boyunduruğu altına girdiğini savunanların ele aldığı ilk kanıt ‘dilimizde yaşayan yabancı sözcükler’. ‘Yerleşikler’ yani…
Yüzyıllardır alıştığımız, kendi dil müziğimize uyarladığımız, yeni ve özgün anlamlar yüklediğimiz sözcükler değil ama bir karşılığı varken bilinçsizce, apar topar yaşamımıza buyur ettiğimiz sözcükler onlar... Üstelik Türkçemizin, gereksinim duyulan sözcüğü kendi bünyesinde türetme olanakları da son derece kullanışlıyken, bunu görmezden gelmiş, ‘etik dışı, yasadışı yoldan’ gündelik iletişimimize sızmış, -ne yazık ki- kabul gören ve sanki kullanıcısını seçkin veya aydın gibi gösteren sözcükler...
Eğilimi unutturan ‘trend’, bilgisayarı öteleyen ‘computer’, yasalı dışlayan ‘legal’, iletinin direncini kıran ‘mail’ gibi, bu sorunu somutlayan daha nice örnek var...
★★
Türkçenin dağarcığındaki sözcükler öylesine özgün bir köken çeşitliliği sunuyor ve farklı toplumların, uygarlıkların dilimize armağanı olan sözcüklerin öylesine büyülü bir ses ve anlam zenginliği var ki dış kaynaklı sözcüklere tümden nefretle yaklaşmak bir dilci ve bir yazar olarak bana yanlış geliyor. Seçici olmak, duyarlı davranmak tamam; ama ne ‘Bunun kökeni Türkçe değil!’ diye Sümerce’nin armağanı ‘ses’i yadırgamak ne de ‘Yoo, davul yabancı kökenli sözcük olamaz; öz be öz bizimdir!’ deyip sahiplenme kavgasına tutuşmak doğru değil...
Asıl konu ‘davul’ değil ama örnek -ya da tokmak- havada kalmasın diye söylemeliyim, bin yıllık çalgımızı adlandıran bu sözcük de Sanskritçeden armağan dilimize. Halbuki Sanskritçede davulun asıl anlamı ‘gerili duran şey’ idi. Çamaşır ipi gibi, çadır örtüsü gibi.
Bir müzik aleti değil yani...
Tüm bu durumlar ve örnekler ışığında farkına varmalıyız ki Türkçeleştirdiğimiz her sözcük, bizim sosyal yaşamımıza ilişkin yeni boyutlar ve kaynağında taşımadığı yeni anlamlar yüklenmiş, adeta Türkçe’ye boyanmıştır...
Bunu bilmek, Çinceden su, Süryaniceden bez, Aztek dilinden domates, Bulgarcada bilezik, İtalyancadan pasaport, İbraniceden tarih, Farsçadan köy sözcüklerini ve Arapçadan nerdeyse tüm insan isimlerini ödünçlemiş bir dili konuşan beni az da olsa rahatlatıyor.
Biliyorum ki benim domatesim, Aztek domatesi değil...
Ve özetin özeti: Benim dilim şimdiki haliyle mağazalarımızın kapısına ‘store’ yazısını asmayı gerektirmeyecek kadar zengin bir dil.
Değerli Kardeşim,çok güzel bir yazı olmuş tebrik ederim.Bu tür yazıları okumak ve anlamak için üstün bir Türk Kültürüne sahip olmak gerekiyor.Dilin tanımını kısaca yaparsak,"Dil nesilleri birbirine bağlayan,ucu tarihin derinliklerinde olan bir zincirdi.diyebiliriz.Milletlerin var olmasında da yok olmasında da dilin çok büyük önemi vardır.Milltlerin istilası sadece top,tüfek vs. ile olmamıştır.Bizler her daim yaşayan Türkçe'yi kullanmaya dikkat etmeliyiz.Ülkemizde özellikle son yıllardaki tabelalara bakarsak nereye gittiğimizi çok net görüyoruz.Bir Mehmet Emin ,Ziya Gökalp,Muharrem Ergin,AhmetArdel,Ahmet Temir,İbrahim Kafesoğlu,isimlerini burada sayamadığım bili ve ilim adamları yetişmedikce ülkem ve dilim adına korkularım daha da çok artıyor.