Gerçekten de insanın tüylerini ürperten bu işleri film, dizi sahnesi olarak millete izlettiriyorlar. Bununla yetinmeyip, bu davranışların normalliğini savunuyorlar. İşte o röportajdan kısa pasajlarda Merve Göntem şunları söylemiş;
‘Ben Bu Boşluğu Nasıl’ Dizisinin Senaristi Merve Göntem, röportajda “Türkiye’de çok ciddi bir LGBT sansürü var. O sahneleri kesinlikle istemiyorlar. Yurtdışında yayınlanan versiyonda grup seks sahneleri de var mesela.”
“O hikâye kişisinin özelliklerinden bir tanesi. Ben Bu Boşluğu Nasıl, bir yas sürecini anlatıyor ve uyuşturucu da bunun bir parçası. … Ben de diyorum ki, bu karakter bir bağımlı. Uyuşturucu ve seks bağımlısı ve bu bağımlılıklar acı anlarında tetikleniyor. O acı anında ya sekse ya uyuşturucuya sığınıyor. … Elbette mezar taşında içiyor çünkü orada tetikleniyor. Hastanede içiyor çünkü orada tetikleniyor. Bu kız bağımlı olduğu için olur olmaz yerlerde içiyor. … Benim karakterim seks ve uyuşturucu bağımlısı bir kız. Acı anlarında buna sığınan ve o boşluğu bunlarla doldurmaya çalışan bir kız.
Bana “marjinal olma çabası” denilmesi çok üzüyor beni. Yemin ederim hiç marjinal olduğunu düşünmüyorum bu insanların. … Eylül de Güneşli’de oturan bir kız, Moda’ya gidip geliyor. Ya da benim Instagram DM kutum gerçekten 2000’li ve daha küçük kızların “ben Eylül’üm, ben Derin’im” diyen mesajlarıyla dolu. Çünkü karakterlerim Türkiye’de yaşamak istemeyen kızlar. Eylül eskortluk yapıyor çünkü Galler’e gitmek istiyor. Derin, Tel Aviv’de yaşarız mesela, diyor. Burada olmak istemiyorlar. Burada barınamıyorlar. Burada nefes alamıyorlar ve bu jenerasyonun kızları da böyle. (Kaynak: episodedergi.com) (Röportaj, Episode’un 48. sayısında yayımlanmış).
Bir yol bulmak!
İslamcı, akademisyen, namuslu bir tarihçi olan İsmail Küçükkılınç ilginç tespitler yapmış. Kafa yormak gerekiyor. Diyor ki:
“Tayyip Erdoğan idaresindeki Türkiye, İsrail terör örgütüne karşı müdahale, en azından mukavemet potansiyeli olan tek ülke ancak bunun yolu iç idaredeki güçle bağlantılıdır. Bu sebeple; 1-Halkın fakirleştiğini dikkate almak, gelir dağılımı adaletini tesis etmek ve her türlü nimeti dar bir halkaya tahsis etmemek gerekir. 2-Ahlak maalesef bizzat iktidarla ilişkili insanlar tarafından ihlal ve ihmal ediliyor. Adalet de ahlaka aittir. 3-TV dizileri herkesi aptallaştırıyor, boş, saçma ve anlamsız konularla kitleyi gerçek dert ve meselelerden uzaklaştırıyor, onları avutuyor. Gençlik sadece cehalet ile değil duyarsızlıkla da gelecek için korku veriyor. 4-İktidara sırtını yaslamış intibaı verenlerin yaşantıları savunma sanayiinde yapılan ve bekamızı teminat altına alan devrim mahiyetindeki gelişmelere zarar veriyor. 5-Eğitim ve kültürde esaslı bir politika velev itiraz ve tenkidi beslesin, bundan vazgeçmemek lazım. Ülke ve dünya gündemine ilgisiz yetişen insanlar, yarın İsrail bize saldırdığında sadece sığınak arar.”
Buralara nasıl sürüklendik?
Psikiyatr ve Yazar Erol Göka; Bir yandan tüketimin kutsallaşmasına diğer yandan kutsalın tüketime dönüşmesine yani dini değerlerin, sembollerin içinin boşaltılıp tüketim mantığı içerisinde tekrar sunulmasına şahit oluyoruz. Arzularımız, isteklerimizden sonra kimliğimizin esasını oluşturan değerlerimiz, ideallerimiz, insanın en sağlam limanı olan manevi alan da tüketimle birlikte anılmaya başlıyor. Bu dayanması zor, çok acı verici, can yakıcı ama ne yazık ki gerçek olan denge içinde sürdürmek zorundayız hayatlarımızı…
Her zamanın bir zihin ana akışı, sorularımıza cevaplar üretmeye çalıştığımız bir episteme’si yani “zamanın ruhu” var. Kapitalizmin bambaşka bir işleyişine rast gelen bu devrin bizi mecbur bıraktığı imtihan da bu… Bizim dışımızda ama bizi de içine alarak akıp giden zamanın çocukları olarak bu çok zor imtihanın içinde ömür tüketiyoruz. Sorular en çok teknolojiden, özellikle bilişim teknolojilerinden; medyadan, özellikle sosyal medyadan ve sınırsızca kışkırtılıp teşvik edilen, dini bile alış-veriş ve turizm kılığına sokup öyle sindirmemizi isteyen tüketimden geliyor ve çok bunaltıcı…”