En son ne zaman konfor alanınızın dışına çıktınız?
Tehlikeye atıldınız, risk aldınız, keşif yaptınız? Dik görünmek için tutunduğunuz o dalı en son ne zaman bıraktınız?..
Siz yanıtınızı düşünün, bu arada biz çok eski ve bir gerçek hikâyeye dönelim. Tam 958 yıl önceye, bir büyük fatihin otağına gidiyoruz, önden buyrun lütfen:
★★
Çoğu kimse Çağrı Bey’in oğlu ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ikinci Hükümdarı Sultan Alparslan’ın (1029-1072) Anadolu’ya 1071’de Malazgirt kapısını aralayarak girdiğini zanneder. Doğrusu ben de bu yaşıma kadar öyle bildim. Ta ki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden Sayın Doç. Dr. Muharrem Kesik’in Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi’nin 2014-Güz sayısında yayımlanmış makalesini ve yine Muş Alparslan Üniversitesi’nden Sayın Doç. Dr. Zeliha Tekin’in Dergi Park’tan edinip okuduğum ‘Stratejik Bir Lider: Sultan Alparslan’ başlıklı makelesini okuyuncaya kadar. Sultan Alparslan’ı kurgulanmış televizyon yapımlarından değil de aslında olması gerektiği gibi kitaplardan, makalelerden öğrenmenizi öneririm.
Kendi tavsiyeme uyuyor ve ben, yarım yüzyıl yaşadıktan sonra kafamdaki o önemli ama yanlış tarih bilgisini güncelliyorum: Akıl almaz serüvenini sadece 43 yıllık kısa bir hayata ve 9 yıllık saltanatına sığdıran o büyük fatih, Küçük Asya’ya önce Ani’yi fethederek girdi.
Malazgirt zaferinden 7 yıl önce, 1064’te, Kuzey Doğu Anadolu’daki kadim Ermeni şehrini ele geçirerek, herkesçe bilinen yerin yaklaşık 300 kilometre daha kuzeyinden...
★★
İşte tam o yıllarda...
Ani’nin fethinin üzerinden henüz haftalar geçmişken kadim şehrin sakinlerinden ihtiyar bir Ermeni, yıllarca kendi kralları tarafından baskı görmüş, sömürülmüş yöre halkına Selçuklu Sultanının merhametli ve adil muamelesini görünce bundan çok etkilenir ve elindeki dillere destan iki şahini yeni sultanına hediye eder.
Kurduğu devletin sembolünde iki başlı kartala yer verdiren bir babanın oğlu, Sultan Alparslan, bu ihtişamlı hediyeyi manidar bulur, Anadolu’nun fethi için müjdeli bir kehânet sayar ve çok mutlu olur.
Sultanın otağına getirilen iki şahinden biri hemen uçar, kendisini izleyen aslan yürekli askerlere gösteriler yapar, adeta cesaret dersleri verir, dalışlarıyla ve yükselişleriyle görenleri büyüler.
Ama aslında daha gösterişli olan diğer şahin, otağın kapı ağzındaki dut ağacına tüner ve yerinden hiç kıpırdamaz.
Derken şahinlerle ilgilenmesi için bir gulâm görevlendirilir. Gulâm, Sultanın yakınında bulunan, onun muhafizlığını yapan azad edilmiş, güvenilir, bir eski köledir.
Gulâm, özgürlüğün değerini bilir.
Uçmanın jargonunu da elbette...
Alparslan, gulâmı yanına çağırır, ondan bir yolunu bulup uçmayan şahini de diğeri gibi uçurmasını ister.
Gulâm günlerce uğraşır, didinir, ne var ki genç adamın bütün çabasına rağmen ihtişamlı kuş bir türlü uçmaz! Sonunda aklına ihtiyar Ermeni gelir, koşar onun kapısına. Fakat hayatta sahip olduğu en değerli şeyleri, şahinlerini Sultan Alparslan’a hediye eden ihtiyar Ermeni, ertesi gün dünyaya veda etmiştir.
Başka çareler arar gulâm...
Olmaz bir türlü, şahin uçmayı reddeder ve hiç kimsenin kendisine dokunmasına da izin vermez. Kaçıp gitmez de...
Gulâmdan umudu kesen Alparslan, atlara baytarlık eden ve iz süren köpeklere, orduya eşlik eden cümle hayvanlara da ilgisini eksik etmeyen, bildiği gizli lisanlarla ünlenmiş bir başka askeri huzuruna davet eder. Ondan yardım ister:
-Atlarla, kurtlarla, kuşlarla konuşurmuşsun, doğru mudur?
-İltifat etmişler Sultanım, kulak veririm dilsiz kullara...
-İyi edersin. Peki uçmayı reddeden şahinime de kulak verir misin, o bize ne der?
-Emriniz olur Sultanım!
Asker, otağdan ayrılır.
Birkaç saat sonra da Alparslan, kurmaylarıyla görüşmesini bitirip çıkar dışarıya.
Ve Sultan, işte o an gözlerine inanamaz. İki şahin de gökyüzünde dans eder gibi kanat çırpmaktadır. Bütün görkemiyle, olanca güzelliğiyle, ışıl ışıl...
Hemen ağacın yakınında dikilen askere yönelir.
-Ne yaptın, daha yarım günün bile dolmadan nasıl başardın?
diye sorar...
-Çok basit Sultanım...
der asker ve devam eder:
-Şahinin tutunduğu dalı kestim sadece!
★★
Şimdi en baştaki soruya dönelim.
Yanıtınızı düşündünüz mü?
Güvenli bölgenizin, konfor alanınızın dışına en son ne zaman çıkmıştınız?
Bugün mü?
Dün mü?
Ya geçen hafta?
Haftalar ya da aylar önce mi?
Hangi riski almıştınız en son, ne zaman?
Yoksa hatırlamıyor musunuz, hiç olmadı mı?
Peki...
Bugün, doğa hunharca katledilirken sembolik de olsa ‘O dalı kes’ diyemiyorum, dala yazık!
Hâl böyleyken ‘Uçmak için o dalı artık bırak’ dersem herhalde beni anlarsınız.
★★
İnsanın çekirdeğindeki belki de en sıcak gerçek şudur:
Bazen, bizi uçuracak tek şey, tutunduğumuz dalı cesaret edip bırakmaktır.
Kanat zaten bizdedir!
★★
Bitirmeden...
Yarın, 31 Mayıs, benim doğum günüm. İnsanın 50’sinden sonra doğum günü kutlaması tuhaf, kutlamıyorum zaten. Benim yaptığım şeye eski dilde ‘idrak etmek’ deniyor; yarın 52’nci yaşımı idrak edeceğim.
Nasıl bir hayat yaşadım, onu baştan sona, derinlemesine düşüneceğim: Ne kadar iyi oldum ve ne kadar kötü? En önemlisi 18 yaşındaki Savaşkan’ın dileklerini ne kadar yerine getirebildim?..
Galiba biraz mahcup olacağım kendime karşı.
Olsun...
‘Yarın’ diye bir şey oldukça ‘ümit’ de hep var. Yarın bir daha doğacağım. Demin okuduğunuz yazıda ahkâm kesiyordum ya, yapacağım, ben de risk alacağım. Kendime karşı bu yaşta da ümitvar olacağım.
Söz sana Savaşkan, yapacağım!